21 Ekim 2009 Çarşamba

KİTAP İNSANI DEĞİŞTİREBİLİR (*)
ALİ BULUNMAZ

İnsani gelişimin merkezinde yer alan kitap, yeri ve önemini yitiriyor mu? Lindsay Waters'ın sözcüklerini kullanırsak, akademi ve akademik dünyanın kalbi kitap, piyasaya yeniliyor mu?

Kâr amacının ötesinde, yayınevinin kendi kendini döndürmesini ve kitabın değerinin kavranması gerektiği üzerinde duran Waters, yayıncıların salt kâr güdüsüyle çalışmaya yönelmesini eleştiriyor. Waters'ın temel izleği, kitabın insanları değiştirebileceği.

KÂR DEYİNCE AKAN SULAR DURUR
1984'ten bu yana Harvard Üniversitesi'nin İnsan Bilimleri Yayınları'nın yönetmenliğini yapan Waters, söze başlarken ABD'de Californiya, Duke, Stanford gibi kimi üniversitelerin insan bilimleri yayınlarına yönelik ciddi kesintilere gittiğini ifade ediyor.

Waters, “Kitaplar ne işe yarar? Yayınlar ne içindir?” diye sorduktan sonra, Akademinin Düşmanları'nı yazış amacını duyuruyor: “Burada, huzurunuzda bulunuyor olma nedenim kitaplara karşı beslediğim ölçüsüz sevgi. Onları neredeyse insanları sevdiğim kadar seviyorum” (s. 9).

Waters karşılaştığı ilginç bir soruyu aktarıyor: “Nasıl olur da sistemi eleştirebilirsiniz? Harvard Üniversitesi Yayınevi olarak sistem siz değil misiniz?”

Bu soruların yanında, parayı kitaba yatıranın sistem ve piyasa için iş yapmadığında çoğunlukla kaybedişi, yayıncıların önünde kaba bir gerçek olarak duruyor. Üniversite yayınevlerinin kâr sağlamayı düşünmesi de bu nedenle hayalciliğin ötesine geçmiyor. Kaldı ki Waters da bunun karşısında. Üniversitelerin tefecilere bırakılması genel anlamda rahatsızlığı körüklüyor. Waters'a göre bu kişiler üniversiteleri şirketleştiriyor, kitapların ve yayınların içini boşaltarak, özellikle insan bilimlerinde “söz” sahibi oluyor.

Akademik sürecin temel yapı taşı yayıncılık ya da yayın faaliyeti de, bahsedilen tehlikenin kollarında Waters'a göre. İnsan bilimlerinde bir kriz söz konusu ve bunu yaratan da, neyin değerli olduğuna dair sayılara dayanan varsayımlar: “Kitaplar da nicelik belirten nesnelere dönüşünce, insan bilimlerinin çalıştığı diğer bütün şeyler de değerini yitiriyor” Waters'ın gelip dayandığı soru ve buna yanıt arama süreci de hayli ilgi çekici: “Acaba akademi dünyası Amerikan toplumunun büyük kısmını saran bulaşıcı sahtekârlığın kendisine de sirayet etmesine izin mi verdi?” (s. 14).

UYUMLU OL, BOZULUŞA AYAK UYDUR!
Waters, insan bilimcileri krize iten şeyin “bilim insanının kaç tane yayın yapması gerektiğine dair mantıksız beklenti” olduğunu savunur: “Mesele, nasıl algılandığına bakılmaksızın sadece üretime yoğunlaşılması. Bu iki öge -üretim ve algılanış- arasındaki denge kaybolup gitti. Yapmamız gereken bu ikisi arasındaki ahengi yeniden inşa etmek.”

Bugün özgür olduğunu sanan akademisyenler ve özellikle de insan bilimciler, çok daha üretken ya da elli yıl öncesine göre daha iyi işler çıkarıyor gibi görünebilir. Waters, bunun sadece yayın sayısındaki bir artış olduğunu dile getiriyor. Kısacası bu bir cila. Üstelik kadro silahı üniversitede, üretimi etkileyen bir belirleyici konumunda. Waters, bugünkü şartlarda bir yardımcı doçentin iyi bir kitap yazabilmesi için, olağanüstü yeteneklere sahip olması gerektiğini söyler: “Bir yardımcı doçent başına kadro silahı dayanmışken ve üretkenliği ile ilgili beklentiler yükselmişken her şey olabilir ama özgür olamaz.”

Üniversitelerin, zihnin özgür kullanımına karşı duvarlar ördüğünü belirten Waters, yönetim kadrolarının yenilik ve içeriğin ayrıntılarıyla uğraşmaktan yana olmadığına dikkat çeker. Günün gerçeği ve geçerli olan ilkesi uyumluluktan başka bir şey değil. Özgüvene ve eleştirelliğe “panzehir” olarak geliştirilen bu ilke, çoğu alandakine benzer şekilde akademik dünyada da yükselmenin koşulu haline getirildi. Böylesine bir bozulmanın insan bilimlerini etkilemesi ise kaçınılmazdı. Waters, “bilinç, tecrübe ve hakikat” gibi kelimelerin son otuz yılda insan bilimciler için “utanç kaynağına dönüştüğünü” söylerken bu bozulmuşluğa işaret eder.

Waters, “yok edici” olarak tanımladığı günümüzün sistemi ya da bireyin rolünün hiçe sayıldığı hâkim ortodokside, kişinin “gerek bilim insanı gerekse sıradan bir vatandaş olsun, sistematik şekilde yok edilmesini emredildiğini” belirtir. Sistem böyle olunca, hem akademinin hem de akademik yayıncılığın çözülüşü kaçınılmazdır.

Kitaplar, hâlâ insanları değiştirecek güce sahip mi? Waters bu konuda umutlu. Pragmatistler, kelimeler ve kitapları “macuna” benzetir; bu ikisi onlar için “insanlara hükmetmek amacıyla şekillendirilebilecek şeylerdir.” Aynı pragmatistler eleştirel okumayı kişilerin, metinler ve insanlar üzerindeki iradesini denetlemek adına fırsat olarak görür.

Waters, pragmatistlerin maskesini düşürmesinin ardından bilimin sessizliğini eşeler. Wittgenstein'ın “doğurgan sessizliği” değildir adını geçirdiği; kabulleniş ve bir anlamda yok oluştur: “Kadro alabilmek için 'yüksek' üretkenliğin kural ve hedeflerine itaat etmeli ve bağımsız bir zihin olmadığını ispatlamalısınız” (s. 79).

Waters'ın nitelikli yayın ve piyasaya boyun eğen üniversiteler türünden sorunlara yalın bir çözüm önerisi var: İnsan bilimciler, yeniden yargı koyar hale gelmeli ve sistem karşısındaki mutlu yüz ifadesini değiştirmeli.

Waters'ın, piyasa-akademi ekseninde geliştirdiği eleştirileri ve akademik dünyanın piyasalaştığına dair yergileri, ABD'de sistem için üst düzey yönetici yetiştirme göreviyle tanınan (bu anlamda bir marka olan) Harvard Üniversitesi çatısı altında dillendirmesi kitabı daha da ilgi çekici kılıyor. Kısacası Waters, okuyucuya içeriden biri olarak sesleniyor.

Akademinin Düşmanları/ Lindsay Waters/ Çeviren: Müge Özbek/ Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi/ 84 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 15.10.2009

Hiç yorum yok: