21 Ekim 2009 Çarşamba

AÇLIĞIN HİKÂYESİNİ ANLATAN ŞARKI (*)
ALİ BULUNMAZ

Romanın kahramanı küçük Ethel. Zamandaşlarına göre varlıklı bir ailenin kızı. Hatta yakın arkadaşı Xénia'nın hayatına; yoksulluğuna, gelecek kaygısına ve dar yaşamına imrenen biri.

1930'lar, Paris. Ethel'in yaşadığı, hayatı tanımaya başladığı yıllar. Gösterişin hakim olduğu bir ortam. Aynı zamanda yoksulluğun. Her şey iç içe, yan yana. Yaklaşan savaşın ayak sesleri. Avrupa'nın ortasında hafiften kaynamaya başlamış bir kazan.

Hitler'in, iktidara geldiği ve Fransa'da da adının sıkça telaffuz edildiği günlerde, Ethel'in ailesi ve yakın çevresinde “şansölye” veya “Almanya devlet başkanı” biçiminde anılışı. Radyodan duyduğu ses, Hitler'in sesi, Ethel'in kimi arkadaşlarına ürperti veriyor. Salon konuşmaları da, tıpkı parazitli radyo yayınları gibi karmakarışık. Fikirler, düşünce ve görüşler havada uçuşuyor. Alaycı bir tavır var etrafta. Çöküşün daha derin yaşanacağının belirtisi belki de bunlar.

Bir yanda Nazi hayranlığı öte yanda şüphe ve tartışmalar. Kötüleşmeye başlayan ekonomik durum. Yahudi, Bolşevik ve yabancı düşmanlığının serpilmesi de cabası. Almanya'dan yayılan bu virüs, belli miktarda Fransa'ya da bulaşıyor.

Tüm bu yaşananlar ve koyulaşan hava insanlarda, günlük hayatın sürmesine rağmen belli belirsiz bir boşluk yaratıyor: “İnsan gidiyor, geliyor, bir şeyler yapabiliyor, alışverişe çıkabiliyor, piyano dersi alabiliyor, kız arkadaşlarıyla buluşabiliyor (…) gazete okuyabiliyor ve politikayla ilgilenebiliyor, radyoda Alman şansölyesinin (…) yaptığı konuşmayı dinliyordu, şansölyenin öfkeli, patetik, komik, tehlikeli sesi, 'Özgürlük Almanya'yı bir gül bahçesi haline getirdi!' derken tizlerde titriyordu. Ama bunlar boşluğu gidermiyor, yaranın ağzını kapatamıyor, insanın her yıl biraz daha boşalan ve havaya karışan özünü dolduramıyordu” (s. 100-101).

Ethel ve ailesi için çöküş başlamıştı. Babasının dolandılışı yüzünden sıkıntılı duruma düşmüşlerdi. İflas eden baba, tüm servetini dağıtmaya koyuluyordu.

Montpernasse Bulvarı'nda gezinen Ethel, buradaki umursamaz havayı da zihnine kaydeder. Kalabalık mekânlar, yürüyen ve eğlenenler ona şunu düşündürür: “Bütün bu insanlar kayıtsız, herkes kendi sabun köpüğünün içinde (…) Gerçek anlamda kimse kimseyi dert etmiyor” (s. 131).

Arkadaşı Xénia'nın söyledikleri Ethel'i duvara mıhlıyor adeta: “Sen çok rahat bir hayat yaşadın, çok paran var, her şeyin çok fazla, bu nedenle ne istediğini bilmiyorsun. Dünya ya kazanmak ya da kaybetmek içindir, bu da sadece sana bağlı.” Xénia çok bencildi Ethel'e göre, kendi dışındakiler onun için yoktu. Hasta, bulantılı dünyada geçen konuşmalardı bunlar.

Bu sırada radyoda yine o korkunç ses yükselmeye; tehditler savurmaya devam eder. Münih'te, Berlin'de, Viyana'da alkışlar kulakları sağırlaştırır. “Kudret, deha; kurtarıcı güç” gibi yakıştırmalar Paris'te de duyulmaya başlamıştır çoktan. Ethel için kaçıklıktır bu. İcra memurlarının, evlerindeki eşyaları birer birer toplaması da aynı oranda deliliktir. “Güzel zamanların hatıraları” ağır ağır uzaklaşmaktadır. Piyanosunda çaldığı Chopin Noktürn'ü, anılarının ete kemiğe büründüğü eşyalara veda parçasıdır.

Artık farklı bir yaşamdır sürüp giden. Paris'te sessizlik hakimdir. Savaş şiddetini arttırmış, kentin her yanına izlerini bırakmaktadır. Almanlarla yakınlaşmaya başlayan Fransa çelişkiler içindedir. Ethel gibi bu durumdan tiksinti duyanlar da vardır elbet, ama sayıları beklenenden azdır. Yahudiler için çember daralırken, Almanya'nın Fransa üzerindeki etkisi günden güne artar.

Güneye göçerken, ilk anda kendisi ve ailesine mülteci ya da sığınmacı denileceğini aklına bile getirmez Ethel: Ülkesinde mülteci veya sığınmacı olmak onur kırıcıdır. Yollandığı bu yerde gördükleri onu dehşete düşürür: Sokaklarda yiyecek artıkları toplayanlar, açlık ve yoksulluk. Zamanında Hitler'e destek veren ama sonra ülkesinde yabancı haline gelen Fransızlar... Yeni bir dünya arayan ve soyluluklarıyla övünenler, bir anda “ikinci sınıf”a dönüşür. Ethel'e göre olanları anlayamamış, olacakları görememiştir onlar.

İnsanlar durmadan ölür bu arada; “İngilizlerin, Amerikalıların bombalarından değil, yiyecek bulamadığından, nefes alamamaktan, serbest olamamaktan, hayal kuramamaktan...” [s. 152] (…) savaş vardı, en nezih semtlerde insanlar açlıktan kırılıyordu, yosmalar sefil düşmüş, badem gözlü yakışıklılar huysuz ihtiyarlara dönüşmüştü” (s. 158).

Ethel'i Fransa ve Paris'ten ayırıp Kanada'ya, Toronto'ya savuran savaş, ona “bu topraklara beni bağlayan hiçbir şey yok” diye düşündürür. Doğru, kalmamıştır da. Savaş yılları hemen her şeyi süpürmüştür. Şehrinden kovulmuş, yakınlarından kopmuştur. Uzun yıllar sonra Paris'e ziyarete geldiğinde anıları canlanır, savaş günleri, ailesiyle geçirdiği zamanlar aklına takılır.

Kulağında Bolero; açlığın şarkısı çınlar: “O bir kehanet; bir öfkenin, bir açlığın hikâyesini anlatıyor. Gürültü kıyamet sona erdiğinde, arkadan çöken sessizlik hayatta kalıp sersemleyenler için korkunç oluyor” (s. 192).

Hatırlıyor Ethel; geçen günlerini, Bolero'yu, arkadaşlarını ve mekânları. Bir de açlığı. Zaten açlık onun için hem unutulmayan hem de yaşananları hatırlatan bir şey. O günlere ait anı ve tüm hayatını sarsan bir hatıra olarak kalıyor.

Açlığın Şarkısı/ J. M. Le Clézio/ Çeviren: Aysel Bora/ Turkuvaz Kitap/ 192 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 15.10.2009

Hiç yorum yok: