30 Haziran 2011 Perşembe

GÜZEL İNSANDI SEMPRÚN (*)
ALİ BULUNMAZ

“Ölüm bizim sadece yan yana bulunduğumuz, sıyırtıp geçtiğimiz, sağ çıkılan bir kazadan kurtulur gibi uğrayıp da sağ kaldığımız bir şey değil. Bizler onu yaşadık. Biz kurtulanlar değil, mezardan geri dönenleriz; hortlaklarız yani.”

“Gerçekliğin çoğu kez uydurmaya, uydurulmaya ihtiyacı vardır, hakikat olabilmek için… Yani akla yakın, inanılabilir olmak için…”

“Hayat henüz yaşanabilir bir şeydi. Unutmak yeterliydi bunun için, şiddetle ve azimle buna karar vermek yeterliydi. Seçim basitti: Ya yazmak ya da yaşamak… Bu bedeli ödeyecek cesareti ya da kendime karşı zalimliği gösterebilecek miydim?”
Jorge Semprún


Kitleleri etkilemiş biri öldüğünde klişelere başvurmak insan için güvenli bir liman. İsteyerek ya da istemeden, bazen hüzünle bazen de boşluğu doldurma niyetiyle bir şeyler söylemek adına cümleler sıralıyoruz. Böylece, andığımız veya andığımızı sandığımız kişinin özgün taraflarını elimizin tersiyle bir kenara itiyoruz. Geriye “görev gereği” ortalığa saçılan iki üç söz kalıyor.
Jorge Semprún, 7 Haziran 2011 günü öldü. Arkasından ne söylemeli de onun ağırlığına uygun davranmalı? Aslında uzağa gitmeye gerek yok, çünkü Semprún yaşamı ve yapıtlarıyla insana seslenerek geride zemini sağlam bir yapı bıraktı.

KENDİSİ KALAN BİR TANIK
İspanya’nın en önemli yazarları arasında sayılan Semprún’un hayatı epey hareketliydi. 1937’de iç savaştan kaçıp Fransa’ya göç edip orada “İspanyol kızılı” diye nitelendiğinde henüz on dört yaşında bir delikanlıydı. Beş yıl sonra, Nazizm karşıtlığı yüzünden Gestapo tarafından özgürlüğüne el konmasıyla tüm düzeni değişecekti.

Yalnızca “bacadan kaçılabilen; duman olup uçulabilen” ölüm merkezi Buchenwald Toplama Kampı’nda 11 Nisan 1945’e dek kalacaktı. Nazilerin “eğitim merkezi” olarak adlandırdığı mekân, Semprún’un yapıtlarında, aynı yaşamında olduğu gibi büyük iz bıraktı. Yıllar sonra, hayatta kalmanın anlamını yine bu kamptan damıtarak aktardı:

“Hiçbirimiz sağ kalmayı özellikle hak etmemiştik. Ölmeyi de tabii. Canlı olmak bir üstünlük değildi. Ölseydik, ölü olmak da bir üstünlük olmayacaktı. Başkalarının sağ kalmayı benden daha çok hak ettiğini düşünseydim, kendimi suçlu hissedebilirdim. Ama sağ kalmak bir erdem veya üstünlük değil, şans işiydi ya da şanssızlık, görüşe göre. Yaşamak, zar atılınca ne geldiğine bağlıydı, başka bir şeye değil. ‘Şans’ sözcüğünün asıl anlamı da budur zaten. Benim zarım iyi ‘düşmüştü’, hepsi bu.”

Kimi “eleştirmenler”, kamp anlatımlarını göz önüne alarak Semprún’un kısır temalarla yola çıktığını savunup hemen arkasından ne zaman demokrasiye, insan haklarına, geçmişin despotizminin tasvirine, İspanya’nın başına gelenlere ve acı çekmiş bir yazar portresine ihtiyaç duysa koca bir ikiyüzlülükle ona selam vermeyi de ihmal etmedi.

Semprún’un yapıtları büyük oranda, kendi siyasi görüşlerini ve militanlık öyküsünü konu alır. Yazar, işin içine felsefi öğeleri katar ve hız hiç eksik olmaz. Bu sürat, ahlaki sorgulamaları da ötelemez.

Kitaplarında kahramanlarının ağzından bize seslenen Semprún, bazen Federico Sánchez, bazen Salagnac, Sorel ya da Artigas adıyla karşımıza çıkar. Özellikle militan Sánchez olarak yüzleştiğimiz Semprún sadece anılarıyla değil, beri yandan dünyayı ve sosyalizmi Parti’den bağımsız biçimde ele alır; bir ölçüde makineleşmeye başkaldırır. Tabii bunu yaparken “İnsan ya da insanlık kendini nasıl tüketir?” sorusu zihnini hep kurcalar. Tüm eylemlerinde; yazdığı romanlar, yaptığı konuşmalar ve çağrılarda bunu anlama ve çözme çabasının izlerine rastlarız.

Semprún, var oluş sorunlarını masa başında didikleyen ya da şavullayan çakma adamların aksine, insan onurunu ayaklar altına alan her türlü tezgâhtan geçmiş bir isimdi. Bu nedenle anlattıklarının sırıtan bir tarafı yoktu. Çünkü zemindeki güçlü felsefi ve ahlaki yön onun önünü açmıştı. Bunun en önemli göstergelerinden biri, Wittgenstein’ın “Ölüm bir yaşam olayı değildir, ölüm yaşanmaz” sözünü, evirip çevirip kaybettiği dostlarının ardından yorumlayışı: “Benim ölümüm yaşamımın bir olayı değildir, kendi ölümümü yaşayamam.”

Bütün hayatını altüst eden kapatılmanın izlerini yazıp deneyimlediklerini anlatarak silmeye uğraşan Semprún’un, tükendiğini hissettiği anlarda yardımına o karanlık tünelden hareketle kurduğu yaşama sevinci yetişir. Buradan bakınca, yazmanın kendisi için özel bir anlamı olduğunu duyurur:

“Yazmak, bir oyundan veya ödül peşinde koşmaktan fazla bir şey olmak istiyorsa, ancak uzun, sonu gelmez bir çile çalışması, kendini üstlenerek kendinden el çekmenin bir yolu olabilir: Yani aslında hep kendisi olan ‘öteki’ni tanıdığı, dünyaya getirdiği için kendi kendisi kalarak.”

“GERÇEK OLAN YALNIZ KAMPTIR”

Semprún’la beraber akla gelen bir başka şey sürgün edebiyatı. Konuyu sulandırıp bulandırmadan, deneyimlerinden yola çıkarak yazdığı roman ve anı-romanlarıyla denemelerinde o sıkıntının; yaratıcılığı tetikleyebilen tuhaf olayın nasıl ortaya konabileceğini gösteriyor.

Evet, Semprún sürgün bir yazardı; ne tam İspanyol ne de bütünüyle bir Fransız. Yurdundan uzaklık, özlem ve yeni yerine uyum aşaması, ona nasıl dünya vatandaşı olunacağını öğretti desek herhalde ileri gitmeyiz. Paris’in rehberliğinde kültür, siyaset ve edebiyatla harmanlanmış bir dünya vatandaşlığı. Acıların kıyıdan takipte olduğu bir yaşama uğraşı… Paris’te Rimbaud, Baudelaire ve Gide ona yoldaşlık eder; yeni dilini öğrenmesine yardımcı olur, siyasi görüşleri ve hayatla, edebiyatın açtığı kapıdan girerek hesaplaşmaya koyulur.

Yıllar sonra, başına gelenlerin ardından “kötülüğün uğursuz yayılışına karşı duran kardeşlik fikri”ne gönülden bağlandığını yazan Semprún, kendisine “hayatın kapısını açan parola”nın da aynı fikir olduğunu söyler. Bunun en arı biçimini, kampta yoksunluk ve pisliğin içinden çıkardığı ironik mutluluk anlatımında bulabiliyoruz:

“Küçük Kamp’ın hela barakası bayağı konuksever ve rahatlatıcı bir yer; insanın vatandaşlarıyla, mahalle arkadaşları veya dağdaki direnişçi yoldaşlarıyla buluşabildiği bir tür sığınaktı. Haberler, anılar, gülüşler, birkaç tutam tütün, biraz umut gibi şeylerin, kısacası yaşamın değiş tokuş edilebildiği bir mekân. Uzun lafın kısası, Küçük Kamp’ın iğrenç helası bir özgürlük ortamıydı.”

Ruhunu yaralayan tutsaklık döneminin Semprún’u ve oradan sağ kurtulan az sayıdaki arkadaşını hemen her gün izlediğini unutmamalı. Kendisi ve kurtulanlar bunu hep hatırlamaya adeta mahkûm olmuştu:

“O bunaltı tekrar ortaya çıktığında her şey kaosa dönüşür. İnsan kendini bir yokluk burgacının, gri ve bulanık bir boşluk bulutunun ortasında bulur. Artık bunun ne anlama geldiğini bilir. Günlük yaşamın yanar döner yüzeyinin altında hep bu biliş, bu bilinç vardır. Bir kesinlik hemen elinin altındadır: Gerçek olan yalnız kamptır, geri kalan her şey o zamandan beri görülen bir rüyadan ibarettir. Gerçek olan yalnız Buchenwald krematoryumunun dumanıdır, yanık et kokusudur, açlıktır, kar altında yapılan yoklama ve sayımlardır, falakaya yatırılmalardır, Maurice Halbwachs ve Diego Morales’in ölümüdür, Küçük Kamp’ın kenefinin öğürtü veren ama kardeşçe kokusudur.”

Olgunluk döneminde savunduğu temel tez, yıkımı yaşayan Avrupa’nın barış ve demokrasiden yana tavır alması gerektiğidir. Ona göre, insanlığı düze çıkaracak tek şey “hümanist ideallerle kurulacak bir düzen”di; güven, adalet ve umutla yelkenini şişiren bir Avrupa ve dünya. “Daha” demesi bundandı; küreselleşme değil, beklenti yaratacak, sağlam ve içi dolu evrensel projeler oluşturup bunları sunmanın yollarının nasıl bulunabileceğini ısrarla paylaşmaktan da geri durmadı.

Hayatı boyunca yaratılarıyla ve eylemleriyle pragmatizm denen o zinciri söküp atmayı; insanın hareket alanını kısıtlayan ve ona sanal bir özgürlük sunan yapının karşısına dikilmeyi ve gücü ölçüsünde onu kırmak için didinmeyi sorumluluk olarak gören Semprún, hep “daha iyiye, daha büyük ve şık olana”, kısacası kişiye yakışana, onun ağırlığı ve özgünlüğüne denk düşene ulaşmaya, en azından bu yolda bir kapı aralamaya gayret etti. Ne diyelim, güzel insandı Semprún…

Hiç yorum yok: