26 Haziran 2009 Cuma

HERKES SU ALAN AYNI SALDA... (*)
Ali BULUNMAZ

Bir insan kilitli olmayan ama içeriye doğru açılan bir kapıyı boyuna itiyor, çekmek aklına gelmiyorsa, odada hapistir
(Ludwig Wittgenstein)

PUSULASIZ İNSAN
Maalouf’un “pusulasız yeni yüzyıl”a ilişkin belirlemeleri dikkat çekici. Kendisini “Aydınlanma yanlısı” olarak tanımlarken, Aydınlanma Çağı’nın bocaladığını ve kimi ülkelerde sona ermek üzere olduğunu da ekliyor.

İnsanın şiddet, umutsuzluk ve aşırılıkla çevrelendiğini gören Maalouf, önemli bir kaygı taşıyor: “Tarihte eşine rastlanmayan yeni tehlikelerle karşı karşıyayız ve bunlar küresel çözümler gerektiriyor, bu çözümler bulunamazsa uygarlığımızı büyük ve güzel kılan şeylerden geriye hiçbir şey kalmayacak” (s. 12).

Soğuk Savaş sonrası esen “demokrasi” ve “özgürlük” rüzgârları, bugün tartışma ve karşıtlılarla dalgalanıyor. AB ve ABD çok eleştiriliyor, kavram ve uygulamalar da yerli yerine oturtulamıyor. Maalouf’un belirlemesi önemli: “Zengin ya da yoksul, küstah ya da uysal, işgalciler, işgal altındakiler; hepimiz aynı dayanıksız sala binmişiz, hep birlikte suya gömülmek üzereyiz” (s. 19).

“Küresel kabileler”, dünyanın geri kalanını “medenileştirmeye” çabalarken korkuyu, yöntem olarak kullanıp ekonomik, siyasi ve sosyal projelerle iktidarını güçlendiriyor. Gerçek işgaller ve sanal zaferlerle göz boyuyor. Ekonomik çıkarlar her şeyin üstünde tutuluyor, sonra da “demokrasi” ve “özgürlükten” söz açılıyor.

Maalouf “evrensel değerleri öne çıkaran bir uygarlık modeli” gerektiğini belirtirken, çift yönlü bir eleştiri yöneltiyor: “Arap âleminde bugün eleştirdiğim şey, manevi bilincin eksikliği; Batı’da eleştirdiğim ise manevi bilincini egemenlik aracına dönüştürme eğilimi” (s. 27). Maalouf bunu şöyle tamamlıyor: Bir Doğu sorunu varsa aynı şekilde Batı sorunu da var.

Sovyetler’in yıkılışı ve Soğuk Savaş’ın bitişini imleyen “zafer”in ardından dünyanın barış ve refaha kavuşacağı öngörülüyordu ama bu tahmin tutmadı. Maalouf’un da dediği gibi “ekonomik üstünlüğü koruma, silaha sarılmayı sıra dışı gibi gösteriyordu”; ancak Asya’nın yükselişi Batı’nın ekonomik ve toplumsal modelini sarstı, dolayısıyla “silaha başvurmak sıradan bir şey haline geldi” (s. 40).

Yaşananlara bakarken, günümüzde yaratılmaya çalışılan Doğu-Batı geriliminin köklerine inme gereği de duyuyor Maalouf: “Batılı güçlerin yüzyıllık hatası dünyanın geri kalanına kendi değerlerini benimsetmeye çalışmaları değil, tam tersine, egemenlikleri altına aldıkları halklarla olan ilişkilerinde kendi değerlerine göre davranmaktan kaçınmasıdır” (s. 47).

Sömürgeciliğin, işgallerin ve yakın zamanın “demokratikleştirme” hareketlerinin de temel izleği bu değil mi gerçekte? Evrenselliğin sumen altı edilmesi değil mi sorun? Batı’nın, Akdeniz’in öte yakasında diktatörlere “saygı” duymasını ve işbirliğine gitmesini sağlayan da bu değil mi? İşte bu nedenlerden dolayı sal sürekli su almaya devam ediyor.

GÜNCEL SORUN MEŞRUİYET
İnsanların, toplum ve devletlerin eylemlerine yön veren; edimleri şekillendiren temel ilke meşruiyet. Maalouf’a göre bu kavram “ortak değerlerin taşıyıcısı kurumların gücünün aşırı zorlama olmadan kabul edilmesi” demek (s. 77). Ancak yeni yüzyılın ana krizlerinden biri de bu; yani meşruiyet sorunu. Liderler, eylemler, eylemlerin doğruluğu ve yerindeliği ile yapıp etmeler ne kadar meşru?

Maalouf, M. Kemal öncülüğünde gelişen ve uluslaşma çabasını içeren Türk devrimleriyle Mısır’daki Nâsır yönetimini meşruiyet ve özgünlük açısından karşılaştırır. Uluslaşma süreci, halklara bağımsızlığını verme düşüncesi ve bir anlamda meşru bir mücadele örneği konularına değinir. M. Kemal’in “halkın haysiyetini kurtardığını” söyleyen Maalouf (s. 82), bunun özellikle Arap ülkelerinde dikkatle izlendiğini belirtir. Nâsır’ın ulusalcı söyleminin kendi ülkesi Mısır’ın yanı sıra diğer Arap ülkelerinde de heyecan yarattığını ifade eder. Bağımsızlık, ekonomik gelişme, ilerleme ve onur, beklentilerin en başta gelenidir.

Ancak Nâsır’ın başarısızlığının altında yine Nâsır yatar Maalouf’a göre, çünkü iktidarının sürekli olması için meşru olmayan yöntemlere başvurduğu kanısı yaygındır. Tüm bunların yanında Nâsır, heyecan ve umut yarattığından Arap dünyası için örnektir.

Bağımsızlık mücadelesi, Batı’nın ikiyüzlülüğünün ötesinde, Arapların kendi içindeki anlaşmazlıklar ve çekişmelerle sekteye uğradı. Maalouf’un asıl eleştirisi de bu yöne ilişkin. O, “Arap ulusu” düşüncesinin Batı kaynaklı bir “yenilik” olduğunu söyler ve bu düşüncenin aşındırılmasıyla “İslam ulusu” anlayışının ağırlık kazandığını ifade eder (s. 129).

Maalouf’un anlattıklarından şu sonuçları çıkarmak da mümkün: Arap dünyasındaki haklı mücadelenin diktatörlük, iktidar kırsı ve çıkar ilişkileri yüzünden haksız hale geldiği ve meşruiyetini yitirdiği söylenebilir. Nâsır’ın başlattığı uluslaşma hareketine karşı, kendi iktidarlarını sağlama alma adına, onun çabalarına direnç gösterilmesi de bu meşruiyet yitiminin kanıtı gibi.

Meşruiyet krizi bugün ABD’nin dünyayı yönetme isteği söz konusu olduğunda daha da öne çıkıyor. ABD’nin uğradığı saldırılar onun kendisini hem “mağdur” hem de “haklı” olarak nitelemesini sağladı. Bahaneler ve “gerçekler”, Irak’ın işgali için kamuoyuna pazarlandı. Üstelik uluslararası kurum ve kurallar hiçe sayıldı. Bir başka deyişle, “meşrulaştırılanlar”, meşruiyetin yıkımını da hızlandırdı.

EVRENSEL OLANI UNUTMAMAK
Maalouf, meşruiyetlerin yeniden yaratılması gerektiğini vurgularken, “nostaljik geri dönüşlere” veya “herkes kendi için yaşar” gibi günümüzün yükselen değerine bel bağlamak yerine, çözüm olarak “değer ölçeği yaratmayı” önerir (s. 140). Ona göre din yokluğu ya da aşırılığı sorunu gidermez. Aynı şekilde zenginliğe karşı çıkmak veya parayı saygınlığın tüm ölçütüne dönüştürmek de.

Maalouf, kültürü temel alan değerin ağırlığını hissettirmesi gerektiğini savunur: “Bugün kültüre düşen rol, çağdaşlarımıza hayatta kalmalarını sağlayacak entelektüel ve manevi araçları ortaya koymaktır” (s. 142). Bunun yanında bilginin önemine atıf yapar ve onun sonsuz evren olduğunu; insanın ondan ne kadar yararlanırsa o kadar az tüketeceğini de ekler. Bilgi ve kültürün, insanı yurttaş haline getireceğini belirten Maalouf, edilgenliğin ise onu propagandaların eline düşüreceğini söyler. Böylesi bir kişi artık yurttaş ya da birey değildir.

Maalouf’un bir sonraki hamlesi Hıristiyanlık ile İslamiyet’i karşılaştırmaktır. İslamiyet’te ruhban sınıfın bulunmayışını anlatırken, iki dinin tarihi hakkında açılımlar yapar. Siyaset ile dinin iç içe geçişini de unutmaz. Buradan doğan bir başka tehlike, cemaatçi yapılanmanın güçlenişidir. Sonuçta her karşıt cemaat de, kör dövüşü şeklinde birbirini uygar olmamakla suçlar. Küreselleşen cemaatçilik içinde aidiyetlerin tapınak haline geldiği düşünülürse, kimlik de bir anlamda “onur”a dönüşür.

Maalouf, dünyanın tehlikeli gidişini, bir alacakaranlığa sürükleniş olarak niteler. Dolayısıyla “temel değerlerin evrenselliği ve kültürel ifadelerin çeşitliliği gibi iki dokunulmaz ve birbirinden ayrılmaz ilkeyi zemine alacak bir yeni uygarlık kurulması gerektiğine” işaret eder (s. 188).

Çivisi Çıkmış Dünya’yı yazma nedenini tam da burada açıklar: “Geç kalındığını, ama çok da geç olmadığını söylemek, çöküşü ve gerilemeyi önlemek için bütün gücümle harekete geçmemenin bir intihar, bir suç olacağını dillendirmek” (s. 190). Ancak içinde kaygılar da taşır ve bunu şöyle açığa vurur: “Uluslararası ilişkilerde ciddi bir bakışımsızlık egemen; dünya, kimliğe dayalı kabileciliğin ve kutsal bencilliğin pençesinde, büyük bunalımlar herkesi şiddetle kendi çıkarlarını korumaya itiyor” (s. 197).

İnsanoğlu uçuruma mı sürükleniyor? Yoksa bir duvarın dibinde fırtınanın geçmesini mi bekliyor? Ya da bir tarihi kapatıp yenisini açarak doruklara mı tırmanıyor? Belki üçü birden yaşanıyor aynı anda. Fakat değişmeyen bir gerçek var: İnsan durmadan başkalaşıyor. Kısacası hep bir evrim halinde. Bu nedenle, evrensel; insanı insan yapan değer ve özellikleri göz ardı etmeden günümüzdekinden farklı bir ekonomik işleyiş, uluslararası ilişki modeli ve yaşam şekli ortaya koyabilir. Maalouf’un dediği ve anlatmaya çabaladığı biraz da bu.

Çivisi Çıkmış Dünya/ Amin Maalouf/ Çeviren: Orçun Türkay/ Yapı Kredi Yayınları/ 216 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 25.06.2009

Hiç yorum yok: