15 Haziran 2009 Pazartesi

ANLAR İZLER TUTKULAR (*)
Ali BULUNMAZ

İnci Aral'ın Anlar İzler Tutkular isimli kitabı, yazarın dergilerde yayımlanan yazılarının yanı sıra, açık oturum, panel, söyleşi ve toplantılarda yaptığı konuşmaların metinlerinden oluşuyor. Metinler, Aral'ın edebiyat, yazın dünyası ve aşk ile ilgili görüşlerini okurla buluşturuyor.

Bir yazarı yazar kılan şey, onun kaleme aldığı ya da almak üzere olduğunun, okura yeni ve taze bir şey söyleyip söyleyemediğidir. Bu nedenle hiç usanmadan arar; çalışır ve bir anlamda kendini okuyucunun yerine koyar.

Hep yetersizdir çiziktirilen. Çünkü hep daha iyisi aranır. İnci Aral söze buradan başlıyor: “Yeni bir şey yazmak için masaya oturduğum zaman, hemen her seferinde, o bildik boşunalık ve yetersizlik duygusu yoklar içimi. Yazacaklarımın yazılmaya değer olup olmadığını bir kez daha sorarım kendime” (s. 11).

Aral'ın bahsettiği, biraz da yarı yolda kalma korkusu ve zihindekinin nasıl daha iyi biçimde kağıda dökülebileceğine dair endişe aslında. İşin sonunu getirememe, tasarının hep tasarı olarak kalmasına ilişkin çekince bir başka deyişle. Belki eylemin (yazma ediminin) kendisini serüven haline getiren, onu canlı tutan da bu, kim bilir.

Yazınsal anlamda yaratmak, “an”ın ete kemiğe bürünmesidir biraz da. Burada “an”lık karşılaşmaların, yazarın benliğinde iz bırakıp bırakmamasına değininen Aral'a göre yazmak, sadece baştan geçenlerin kağıda aktarılması değil:

“Gerçeği, bozmadan, parçalamadan, yazının gizemli kuralları ve tutarlılığı içinde yeniden yorumlayıp biçimlendirmeden bir şey yaratılamaz (...) Edebiyat bir oyundur; kurulan, inşa edilen bir şeydir (...) Dünyayı ve yaşamı yazı yoluyla yeniden kurgular” (s. 16).

Edebiyatı edebiyat yapan; yazmayı değerli kılan, yaşanan ve kurgulanan ne varsa hepsinin yaratıcı imgelerle yeniden düzenlenmesidir. Aral'ın, yazma eylemini, “an”ları yorumlanışını, kurgunun oluşturulmasını betimleyişi ise şöyle: “Eğer yazmak insanın zor ama görkemli serüvenini anlatma çabası olacaksa, aynaların dümdüz, ruhsuz bir yalınlıkla yansıttığı görüntülerin arkasını görebilmek için, öncelikle gerçekliğin terk bir yönünü gösteren o parlak ve katı yüzeyleri parçalamak gerekir. Hem de kendi yansımamızdan başlayarak” (s. 17).

Yazarın dokunuşundan önce “oraya buraya dağılan ses ve işaretler” olan sözcüklere ne demeli peki? İşte bu da, parçalamanın, yaratım ve yazınsal değeri bulunan bir şey ortaya koymanın ilk evresidir. Belki de o sözcükleri sezmek, bulmak, görmek...

Yazar olmak, böyle bir şey. Ama yazarlığın da kendisine göre sorgulamaları ve sıkıntıları var; Aral, kendisinden yola çıkarak yazarın kim olduğu sorusu etrafında gezinir: “Bir satırın başında sabahladığımda kalkıp aynaya bakıyorum. Yüzümü bir yerlerden biraz tanıyorum ama gene de soruyorum: Kimim ben? Bu soruyu yanıtlayabilmek için kendime, başkalarının gözüyle dışarıdan bakabilmeyi, kendimi sokaklarda serserice dolaşırken, vitrinlerdeki gölgeme bakarken, konuklarımı ağırlarken görebilmeyi isterdim” (s. 21). Aral, yazarın sözcükle ilişkisini buradan kuruyor haklı olarak: “Sözcüklerin içindedir yazar, sözcükler onun aynasıdır” (s. 22).

Aral, yazma tutkusunu anlattığı satırların ardından kalan izlere geçiyor. Üçüncü dönem Manisa günlerinden söz açıyor. Kentin o dönem kıyı Ege'ye oranla taşralığından dem vuruyor. Ailesini, hamileliğini, kaynana sıkıntısını, siyasi havayı, çalkantıları Manisa penceresinden aktarıyor. Sonra Tuncer Kurtiz'in kişiliğinden etkilenişini anlatıyor okuyucuya; ona “Çağdaş Şaman', 'Deli Dumrul', 'Okulsuz Feylesof'” diyerek (s. 42).

Çocukluk yıllarına dönüyor ardından, Bursa'ya geçiyor. “İlk”lerin kentine. Babasını kaybettiği Manisa'dan Bursa'ya yolculuğu aktarıyor. Aral'ın Bursa izlenimi şöyle: “Kayıplar ve yalnızlıklarla geçmiş yıllarımın Bursa'sı benim köksüzlük duygumu onaran yerdir” (s. 45).

O dönemin zor koşullarını, çocukluk anıları, oyunlar ve Bursa çevresindeki gezintilerle bir araya getiriyor Aral ve şu dipnotu düşüyor: “Anılarımızın acı ya da tatlı oluşunda kentlerin suçu yoktur. Sosyoekonomik çevrenin, zamanın ve zeminin koşulları belirler bunu” (s. 52).

Aral buradan yola çıkarak sözü yeniden yazmaya ve edebiyata getiriyor: “Yazmak, çoktan unuttuğumuzu sandığımız bir çok şeyi, içinizde birikmiş anıları, yenilgileri, aldanışları, keşkeleri uygun dille kağıda dökmek, başkalarıyla bölüşmektir. Edebiyat insan olmanın trajikliğini derinden bir kavrayışla anlatabilmektir” (s. 53).

Aral, kendisinde iz bırakan yazarlara da değiniyor peşi sıra: Nalan Barbarosoğlu, Jale Sancak... Sonrasında, gündem ile öykü (veya genel olarak edebiyat) arasındaki bağıntıyı ele alıyor: “Çevresinde olup bitenleri, yaşananları, savaşları, sevinçleri, insanları ve insana özgü durumları, duyguları göremeyen-görmek istemeyen (...) kısaca çağdaşlık bilincine sahip olamayan yazarın inandırıcı, başarılı, kalıcı ve büyük olma olasılığı zayıftır. Çünkü edebiyatın tükenmesi olanaksız tek malzemesi insandır” (s. 67).

Genç öykücüleri ele aldığı yazısının sonunda, kimi tavsiyeler vermeyi de ihmal etmez Aral: “Edebiyat uzun bir yoldur, süreklilik ve inat ister. Üstelik saati çok ağır çalışır. Kağıttan yapılmış yazarlık tacını başınıza kondurabilmek için kimi zaman bir ömür gerekir” (s. 77).

Edebiyat; yazmak ve yaratmak da bir tutku, bir aşk önünde sonunda. Başkaca söylenecek olursa, aşkın farklı bir hali. Aral, kitabın üçüncü bölümüne, “Tutkular”a yumuşak geçiş yapar ve aşka dair sözcüklerin kapısını açarken, arka plana yazın tutkusunu alıyor.

Aşk için ilk sözü ise “insan hallerinin en ilginç, en inişli çıkışlı ve değişik görünümlerini sunan bütünüyle varoluşsal bir duygudur” oluyor ve hemen arkasından şunu ekliyor: “Aşık olmak, gündelik yaşamın tekdüzeliğinden sonsuz anlar, yoğunlaşmış heyecanlar ve kutsal mekânlarla dolu bir coğrafyaya, sonu belirsiz yepyeni bir varoluşa doğru yolculuğa çıkmaktır. İki insan arasında yaşanabilecek en büyük, en güzel, bazen çok acı ama kesinlikle olağanüstü bir deneyimdir aşk” (s. 99).

Aşkın paylaşım demek olduğunu unutmamak gerektiğini de söyleyen Aral, bu duygunun “insanın kendi bencilliğinden kurtulma çabasına” karşılık geldiğini ve “bölüşme duygusu yeterince güçlü olmayan kişinin aşık olma konusunda önlemleri bulunduğunu, aklını duyguların önünde tutarak kendisine frenler koyduğunu” belirtir (s. 100).

Aral'ın deyişiyle “yeniden doğuş, başkaldırı ve özgürlük eylemi olan” aşk, “ancak elimizdekileri kaybetme korkusunu yendiğimizde, sevdiğimiz insandan daha değerli hiçbir şeyimiz olmadığına inandığımızda büyüktür” (s. 101). Öte taraftan “ayna” da olabilir aşk; “kendi imgemizi, sevdiğimiz kişide görebilme”nin umudunu taşımamız (s. 106) ya da “yanılsama ve hayal etme zenginliği” de (s. 107).

Sanatla ilgilenen biri için aşk, bu anlamda en büyük zenginliğe de bürünebilir. Bir canlanma hali, silkinme ya da duygu bolluğunun simgesidir bazen. Ama çoğu zaman “bir mücadele” olan aşkı büyüten ise engellerdir” (s. 109).

Aral'ın aşktan, yazma aşkına geçiş yaptığı satırlarda ilginç ayrıntılar da kendini açık eder. Örneğin öykülerini besleyen kaynaklar bunlardan yalnızca biridir: “Düş kırıklıkları, iletişimsizlik, darbeler, kıyımlar, kadınların iç yaşantısı, çözümsüz sevgiler, aşklar ve kopuşlar” (s. 120-121). Tüm bunlardan yola çıkarak yazdıklarının; bir diğer söyleyişle yazma eyleminin biraz da “umutsuzluğa yenilmemek, hiçliğe kapılıp sürüklenmemek” adına gerçekleştiğini hatırlatır (s. 124).

“Yazmak” diyor Aral, madalyonun iki yüzü gibi; “bir yüzünde sizin olumlu saydığınız ya da hayatınıza katılmış zenginlikler olarak gördüğünüz güzel şeyler vardır öteki yüzünde de sizden götürdükleri” (s. 126). Yaşamın dışına taşma anlamı da barındırır yazmak. O halde rahatlıkla tutku veya aşk olarak da adlandırılabilir.

Aral'ın yazma-yaşama serüveninden bir demet Anlar İzler Tutkular.

Anlar İzler Tutkular/ İnci Aral/ Turkuvaz Kitap/ 132 s.

(*) Varlık, Haziran 2009, Sayı: 1221.

Hiç yorum yok: