29 Aralık 2009 Salı

HUKUKTAN VAZGEÇSEK Mİ? (*)
ALİ BULUNMAZ

George Orwell, 1984'ü, bir başka deyişle kişiyi mengeneye alan baskı düzenini betimlediği anti ütopyayı kaleme aldığında pek çok insan, bunun tamamen bir hayal olacağını düşünmüştü belki de. Orwell geleceği gören bir adamdı; gözetleyen mekanizmayı ve gözetlenen toplumu resimlemişti.

Bugün, özellikle 11 Eylül sonrası dünyada “terör” bahanesiyle yatak odalarına kadar röntgenlenen, ne yiyip ne içtiği bile anlık olarak izlenebilen insan, kendini hâlâ özgür sanabiliyor ne mutlu! Tüm bu mekanizmaya hukukun “terör” bahanesiyle siyasete alet edilmesi de eklenince ister istemez Orwell'ın distopik dünya tasavvuruna benzer, hatta belli noktalarda onu aşan bir yapılanmayı ortaya çıkarıyor.

“ŞER EKSENİNE KARŞI İYİLİK CEPHESİ”
11 Eylül, terörün en önemli milatlarından biri, bu tartışmasız. Ancak o gün yaşanan ve ardından gelişen olayların daha uzun süre su götüreceği de aynı oranda tartışmasız. Dünyayı harekete geçiren, insanları şoke eden 11 Eylül, bir acil durum yarattı. Jean-Claude Paye'e göre söz konusu acil durum, pek çok meşrulaştırmayı beraberinde getirdi ve “demokrasi ve insan haklarının korunması” adına yeni bir siyasal sistem yarattı. İşte o siyasal sistem, kişilerin kimi özgürlüklerinden vazgeçmesine dek vardırıldı. Bir başka anlatımla, özgürlük-güvenlik ikilemiyle haklar tırpanlandı; özgürlük gönüllü olarak daraltıldı.

Paye'in vurguladığı gibi, 11 Eylül'ü izleyen zaman diliminde çok fazla sayıda kişi, genişletilen denetime hoşgörü göstermeye ve özel hayatlarını güvenceye alan yasalardan ödün vermeye hazır olduğunu ortaya koydu. “Şer eksenine karşılık iyilik cephesi”nin eli de güçlendi böylece.

ABD'nin siyasal sistemi ve güvenlik talepleri, “terör” korkusu kapsamında, başta Avrupa olmak üzere, neredeyse tüm dünyayı derinden etkiledi ve buna uygun “yasal” düzenemeler yapıldı. Süper güç ABD, tam da bu noktada nasıl etkin olduğunu gösterdi ve kendi vatandaşları için özel hak ile imtiyazların tanınması adına hukuki zemin hazırlatırken, kendi sınırları içindeki “yabancılara” aynı düzenlemenin tam tersini uygulamaya koyuldu.

ABD'de 2001 yılında çıkarılan “Vatanseverlik Yasası” ile polis ve istihbarat birimlerine terörle bağlantısı olduğundan şüphelenilenleri tutuklama ve alıkoyma yetkisi tanınması tüm dünyaya verilen bir mesajdır aslında. Hukukun ve yasaların keyfi biçimde yeniden düzenlenmesi, ABD ve yandaşlarının geri kalan ülkelere verdiği gözdağından başka bir şey değil. ABD sınırları içinde ve geri kalan ülkelerde ilan edilen “olağanüstü hal”in habercisiydi bu yapılanlar.

Olağanüstü hal, yüksek risk taşıyan profilleri belirlemekten özel yaşamları denetleme ve toplumun hareketlerinin kontrolüne kadar uzandırıldı. Dünya çapında dosyalama seferberliği başlarken bu geniş bir fişleme harekâtı demekti. Dolayısıyla şüphelilerin sayısı hızla arttı, terör bağlantısı olduğu tahmin edilen kişi listesi kabardı. Telefon konuşmalarının, internet yazışmalarının ve yolculuk bilgilerinin kayıt altına alınması her şeyin üstüne tuz biber ekti.

ORTAK DÜŞMAN “TERÖR”
“Terörle mücadele” için geliştirilen teknikler sayesinde askıya alınan hukuk ve özgürlükler, yalnızca ABD'yi değil aynı zamanda AB ülkelerini de etkiledi. Terör, örgüt, niyet gibi kavramlar yeniden tanımlanıp “mücadele”ye uygun hale getirildi. Suçlama Paye'in gözlemlerine göre, “artık fiili durumdan, kişi ya da örgütün suç potansiyeli dikkate alınarak” yöneltilmeye başladı. Bu haliyle terör yasaları küresel gözetlemenin meşrulaştırılmış biçimine dönüşmüştü.

AB ülkelerinin hukuki uygulamalarında yapılan değişikliklerin özünü, kurulan olağanüstü halin sınırlarının genişletilmesi oluşturuyordu. Güvenlik güçleri çok daha rahat hareket etmeye başladı ve “önceden müdahale” gibi bir yöntemi yöntemi benimsedi. Avrupa'daki tutuklama usulleri de böylece anayasal özgürlükleri askıya alan bir şekle büründü. Sadece tutuklama değil, şüpheli ya da şüphe uyandıran kişi olarak fişlenen kişilerin çeşitli Avrupa ülkelerine girişini engelleyen bir sistem kurularak seyahat özgürlüğü de önemli ölçüde kısıtlandı.

Tüm bu uygulamalar da özel hayatın denetimi de “fiillerin sonrasından öte potansiyel bir tehdit için önlem alma amacına” dönüktü; “terörle mücadele”, saldırı öncesi kurulan “sistematik usullerin örgütlenmesini meşrulaştırmıştı.” Örneğin bunlardan biri biyometrik kontroldü. 11 Eylül'den beri ABD'ye giren her yabancının fotoğrafları çekildi ve parmak izleri alındı. 2004'ten bu yana da ABD'den ayrılan yabancılar yine aynı şekilde parmak izi vermek zorunda bırakıldı.

1990'larda SSCB'nin çökmesiyle, tarihin ve ulus devletin sonunu muştulayan heyecanlı kalemşorler, 11 Eylül'le beraber alınan güvenlik önlemleri doğrultusunda ulus devlet inşasının gerekliliğine vurgu yapmaya başladı. Bir başka deyişle ulus devleti, “güvenlik” bağlamında yeniden kurguladılar.

Polis yeniden örgütlenerek, bu yeni ulus devletin (güvenlik devletinin) merkez organına dönüştürüldü. Hedef kitle (göçmenler, yabancılar, olağan şüpheliler...) seçilip, bunlar üzerinden “tüm nüfusa uygulanmak koşuluyla hegemonyacı bir yöntem geliştirildi.” Kişiler kimi zaman açıktan kimi zaman da haberleri olmadan soruşturulup fişlenmeye başladı ABD sınırsız iktidar kazanma konusunda yine öncü oldu, Paye'in yorumu şöyle: “ABD kendisini iktidarının sınırlamasından kurtarabilen tek ülke. 'Terörle mücadele'de ABD mahkemeleri kendilerine uluslararası hukuktan kaçan sınır ötesi bir yargı yetkisi verdi (...) Bu, ABD dışında yapılan polis operasyonlarını ya da savaş ilanı olmaksızın yürütülen askeri operasyonları yasallaştırma çabasıydı” (s. 194).

1990'ların ardından küreselleşme söylemini yaratanlarca yeniden inşa edilen güvenliğe dayalı devlet “terörle mücadele” sayesinde düzenin korunmasını ve toplumsal denetimi sağlayıcı bir işleve sahip oldu. Paye'e göre bu devlet modeli için “terörle mücadelenin” açık anlamı “hegemonya ve hakimiyettir.”

“Terörle mücadelenin” su yüzüne çıkardığı bir başka gerçek, düşman ile suçlu arasındaki ayrımın yok edilmesi. Burada söz konusu olan yalnızca düşmanı suçlama sorunu değil Paye'e göre; sorun düşman suçlu yaratılması çoğunlukla, savaş da “suçlu 'devletleri' kapsayan basit bir polis operasyonuna indirgenir” bu durumda.

OLAĞANÜSTÜLÜĞE KARAR VEREN, KURALI DA KOYAR
Süregelen olağanüstü hal, bir yerden sonra saf şiddeti doğurur. Paye'in Benjamin'den alıntıladığı gibi, saf şiddet hukuk düzeninin dışında var olur; mutlak belirsizlik bölgesini simgeler. Hukukun askıya alınması, emperyalist bir yapının kurucu öğesine dönüşür. ABD'de olduğu gibi ikili bir “hukuk” sisteminin doğuşunu da tetikleyebilir: “Yurttaşlar için hukuk devleti ve yabancılar için bir hukuksuzluk yöntemi” (s. 241). Paye, bunu ve adı geçen düzenin yaygınlaştırılmasını “emperyalist hukuk”un olgunlaşması biçiminde niteler.

ABD, “şere karşı başlattığı savaşta” yanındakileri “demokratik”, karşısındakileri “suçlu” ilan edip, “terörle mücadele” kapsamında hukuku askıya alarak yeni bir “hukuk düzeni” yaratır; böylece savaşılacak düşmanı da üretmeye koyulur. Giorgo Agamben'e göre olağanüstü hal kurala dönüştüğünde siyasal sistem ölümcülleşir. Paye de zemininde “terörle mücadelenin” yer aldığı bu eylemi “hegemonya uygulama yolu” olarak görür. Ne de olsa olağanüstülüğe karar veren, kuralı da koyandır.

Güvenlik insanoğlu için hayati öneme sahip. Ancak sadece “güvenlik” adına hukuktan, hak ve özgürlüklerden vazgeçmek; bunu gönüllü biçimde yapmak yeni açmazları, en başta hukuksuzluğu doğurmaz mı? İşte bugün temel sorun da bu: Özgürlük-güvenlik ikileminde tüm hak ve özgürlüklerin bir şekilde tırpanlanması mı yoksa onlara sahip çıkılması mı? Hepsinden önemlisi, tüm bu olup biten karşısında her şeyi kabullenmek mi sesi yükseltmek mi? Kısaca hukukun askıya alındığı olağanüstü hale teslim olmak mı yoksa hukuku yeniden egemen kılmak mı? Bunlar geleceğe dair önemli sorular, hepsinden öte kritik seçimler.

Hukuk Devletinin Sonu/ Jean-Claude Paye/ Çeviren: G. Demet Lüküslü/ İmge Kitabevi/ 268 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 24.12.2009

Hiç yorum yok: