ÖFKE YANGINININ ETTİĞİ
(*)
Ali BULUNMAZ
Eğri oturup doğru
konuşmak gerek; Philip Roth, adı Nobel Edebiyat Ödülü için
geçen ama ondan da önemlisi, deyim yerindeyse rüştünü çok
önceden ispat etmiş bir yazar. Kaleme aldığı hemen her yapıt
ses getirdi ve övgüler aldı, tartışıldı. Bu nedenle nereden
bakarsanız bakın Roth’un yazdıkları mutlaka dikkatle
incelenmeli.
1950’lerde geçen Öfke
de aynı dikkati hak ediyor. Romanın geçtiği döneme bakıldığında
Amerika’daki hızlı anti-komünist hareket, yalnızca ülke
sınırlarında kalmıyor, şu bilindik “demokrasi götürme”
hikâyesi dünyanın dört bir yanına yayılıyor. Buralardan biri
de Kore. Roth, romanı buradaki Amerikan işgali gölgesinde
kurgulamış. Romanın kahramanı Marcus Messner, o sıralarda
hayatına yön verme çabasında bir genç.
AHLAK KUMKUMALIĞINA
KARŞI
Elbette o dönemin
kibarlık budalası ve epey yapay duran davranış kurallarını
atlamayalım; Roth, Marcus’un kendisini kimi zaman engellemesine
neden olan, bazen başını döndüren arada bir de midesine kramplar
tebelleş eden o adabımuaşeret kurallarını kahramanı üzerinden
alaya alıyor.
Cici ailelerin cici
çocukları ve hepsinin birden yaşadığı “sevimli” ortamların
yer aldığı uzun tasvirler sayesinde yazar, dönemin Amerikası’nın
ahlak kumkumalığını gözler önüne seriyor. Marcus’un aileden
ayrılma çabası da o günlerin garip ortamıyla birleşiyor:
“Her şeyi doğru yapmak
istiyordum. Her şeyi doğru yaparsam babama Newark yerine Ohio’da
üniversiteye giderek çıkardığım masrafın hesabını
verebilirdim. Anneme, dükkânda tekrar tam zamanlı çalışmaya
başlamasının boşa olmadığını gösterebilirdim. Çabalarımın
odağında, yetişkin oğlunun esenliğine dair zaptı imkânsız
endişelerin pençesinde kıvranmaya başlayan güçlü, duyarsız
babamdan özgürleşme arzusu vardı. Hukuka hazırlık programına
kayıt yaptırmış olmama rağmen avukatlık umurumda değildi. Bir
avukatın tam olarak ne yaptığını bile bilmiyordum. Benim
istediğim notlarımı yüksek tutmak, uykumu almak ve uzun, jilet
gibi keskin bıçak ve satırları ustalıklı kullanışıyla
çocukluğumun ilk kahramanı olan babamla kavga etmemekti.”
Marcus’un kampus hayatı
o absürd kurallar silsilesi, Kore’ye yollanma korkusu ve tutkulu
Olivia’yla tanışıp hoş vakit geçirişi arasında gidip gelir.
Buraya bir parantez açmak gerekirse Roth, her zamanki gibi kendi
yaşamı ve dünya görüşüyle ilgili kimi notları, Marcus ve onun
diyalog kurduğu kişiler aracılığıyla okura sunuyor. Bazı
anlarda Marcus’la Roth neredeyse yer değiştiriyor.
İYİ YAZARIN YAVAN
ROMANI
Roth, Marcus’un dökülme
halini resmediyor adeta; ailesi, sosyal çevresi, ilişkileri, özel
hayatı ve kafasının içini ortalığa saçıyor kahramanımız.
Bir de babasının mesleği olan ve küçüklüğünden bu yana onu
hırpalayan kasaplıkla ilgili düşüncelerini:
“Kan akıtma, itlaf
etme: Babam bu şeylere alışıktı ama ben, her ne kadar belli
etmemeye çalışsam da çok sarsılırdım. O zamanlar küçük bir
çocuktum, altı-yedi yaşlarındaydım ama işimiz buydu ve kısa
sürede bu işin pis bir iş olduğunu kabullendim.”
Aslında bu manidar bir
hatırlama; Kore’de kasatura yaralarının verdiği acıdan
kurtulması için damarlarına sürekli morfin zerk edilen Marcus’un,
zihin perdesinin aralanışının simgelerinden sadece biri.
Bilinçsiz ama her şeyi son nefesine dek anımsayan bir adam;
neredeyse tüm yaşamını an be an… Anlamsız ve pervasız savaşın
ya da annesinin de haykırdığı gibi “anlık bir öfkenin”
kurbanlarından biri Marcus. Anlayacağınız Roth, romanın
genelinde ve özellikle de sonunda, o çokça işlediği ölüm
temasını yine şapkadan çıkarıp Marcus’un trajedisiyle bize
veriyor.
Ancak ne inceden inceye
sıraladığı ahlaki ve toplumsal eleştiri ne trajedi ne de dönem
anlatımı, Öfke’yi
Roth’un belli başlı romanlarındaki (örneğin Sokaktaki
Adam veya Bir
Komünisle Evlendim’deki) tada
yaklaştırmıyor.
Kötü yazardan iyi roman
çıkmasını beklemek ciddi, hatta takıntı derecesinde olumlu bir
bakış açısı gerektirir. Ama iyi bir yazarın yavan roman kaleme
alma hakkı hep var. Roth, Öfke’yle
bunu kullanmış sanki…
Öfke/
Philip Roth/ Çeviren: Şeyda Öztürk/ Yapı
Kredi Yayınları/ 140 s.
(*)
Cumhuriyet Kitap,
26.04.2012
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder