19 Nisan 2012 Perşembe

SANATLA POLİTİKANIN DANSI (*)
Ali BULUNMAZ

Jacques Ranciére’in adını duyurmaya başladığı dönem, aynı zamanda Althusser’in öğrencisi olduğu vakitlere denk geliyor. Althusser’in Kapital’i Okumak kitabına önsöz yazdığında Ranciére adı gündeme düşmüştü bile. Ancak ne ironiktir ki 1968, ikisinin arasına kara kedi gibi girdi. Bundan sonra Althusser ve Ranciére, birbirini uzaktan izleyen iki fikir adamı olarak devam eder.


Ranciére, bu kopuşun ardından kendini sanat, estetik, etik ve politika dörtlüsüne verir. Eşzamanlı olarak, insanın durumu ve konumu hakkında düşünüp kalem oynatır. Bunlardan birinde, insanlar arasındaki farkın temelinde kendini gerçekleştirme potansiyelinin varlığı ve yoğunluğundan çok onun gerçekleştirilme fırsatının kullanılıp kullanılmamasının yattığını söyler.

Ranciére, kendini sanatın politika ve ideolojiyle bağlantısı ve ilişkisini irdelemeye adamış bir isim. Sanat üzerine etraflıca düşünüp eleştiriler getiren Ranciére, sanat ve estetiğe dair kemikleşmiş düşüncelerin üstesinden gelmeye uğraşır. Keskin ayrımların karşısında durmaya çabalayan yazar, ortak mekânı savunup estetik ve politikanın, özne ve nesne belirleme aşamasında birbirine hep destek olması gerektiğini söyler.

Estetiğin politika içindeki yeri, önemi ve rolü üzerine kafa yorması, neredeyse her şeyin sonunun geldiğinin ilan edildiği bir zamanda Ranciére’i Estetiğin Huzursuzluğu isimli kitabı yazmaya iter.

SANAT VE SİYASETİN KESİŞİMİRanciére’in kitabı yazmasını tetikleyen olayların başında, estetiğin itibarının sürekli zedelenmesi geliyor; pek çok “eleştirinin” kesişim kümesinde estetiğin, kendi çıkarları uğruna zevk ve beğenileri manipüle eden, zapturapt altına alan ve yargıları mandallayan bir söylem biçiminde algılanışı konumlanıyor. Dahası, vakti zamanında “toplumsal gerçekliği gizleme” suçlamasıyla yüz yüze kalan estetik, “toplumsalı yok saydığı için” hedef tahtasına alınmıştı.

Benzer ya da buna takla attırılarak yöneltilen “eleştiriler” birike birike Ranciére’in “estetik karışıklık” dediği çıkış yoluna kapı açar: “Estetik karışıklık bize ilk olarak şunu söylüyor: Genel olarak estetik duygular ve davranışlar olmadığı gibi genel olarak sanat diye bir şey de yoktur. Söylem olarak estetik, dünyaya geleli iki yüzyıl oluyor. Söz konusu dönemde sanat, çoğu güzel sanatların (diğer adıyla serbest sanatların) karşısına, kendi belirlenmemiş tekilliğini koymaya başlamıştı. Çünkü sanatın var olması için ressamların ve müzisyenlerin, dansçıların ve oyuncuların var olması yeterli değildir. Sanatın var olması için onu sanat diye tanımlayan bir bakış ve düşünce olması gerekir.”

İnsanın doğasının aynı zamanda toplumsal bir doğa oluşundan hareket eden Ranciére, sanattaki “her şey mubah” anlayışından dolayı suçlanan estetiği savunmaktan çok onun ne ifade ettiğini; “sanatı tanımlama rejimi olarak estetiğin kendi içinde bir politika veya metapolitika taşıdığını” göstermeye çalışıyor. Olayın özü bu işte; sanat ve siyaset pratikleriyle etik bağlantısını kurabilmek, oradan da algılama biçimlerine yoğunlaşmak.

Ranciére, sanatın geldiği ve estetiğin vardığı noktayı incelerken artık içinde bulunduğumuz ütopya sonrası döneme odaklanılması gerektiğini söyler. Bu dönemde sanatın “cemaat oluşturma” işlevi olumlanacak olursa “özgül bir mekân inşa etme ve ortak dünyanın paylaşımının bir biçimini kurma” eylemleri de baştan kabullenilmeli. Ranciére’in “özneye emanet edilmiş tarihsel misyon” dediği Avangard’ın temelini de bu oluşturur.

Sanat, ortak olana işaret edince onun maddi ve simgesel yurdunu da yeniden şekillendirir. Ortaklık demişken Ranciére, lafı sanat ve siyasetin nerede kesiştiğine getiriverir: “Sanat ve siyaset, duyulur olanın birer paylaşılma biçimidir ve özgül bir tanımlama rejimine bağlıdır. Siyaset her zaman olmasa da iktidar biçimleri her zaman vardır. Aynı şekilde sanat her zaman yoktur ama şiir, resim, heykel, müzik, tiyatro ve dans her zaman vardır.”

Politik ve sanatsal hayvan insanın, sanat ve siyasetteki konumu pek değişmez: Her iki etkinlik de birer oyundur aslında, insan da buradaki oyuncu. Ranciére, böylelikle estetiğin sınır çiziciliği veya kavramlaştırma gücünün kaynağına erişir, siyaset ve sanat arasındaki alan paylaşımını özetler: “Sanat, özerk bir deneyim biçimi olarak duyulur olanın siyasal paylaşımına temas eder. Estetik sanat rejimi, sanata sanat kimliğinin verilme biçimleriyle siyasal cemaat biçimleri arasındaki ilişkiyi öyle bir kipte kurar ki (…) sanat için sanatla siyasetin hizmetindeki sanat ya da müze sanatıyla sokak sanatı arasındaki karşıtlık peşinen reddedilir. Çünkü estetik özerklik, modernizmin yücelttiği sanatsal ‘yapma’nın özerkliği değildir. Bir duyulur deneyim biçiminin özerkliğidir ve bu deneyim yeni bir insanlığın, yeni bir bireysel ve kolektif hayat tarzının nüvesi gibi görünür.”

YENİ DİRENİŞRanciére’e göre “sanatın estetik olarak tanımlanması, genel bir tanımsızlaştırma ilkesi”nden başka bir şey değil. Modernizm ise sanatın estetik olarak tanımlanmasını isterken bir taraftan da sanatın özerkliğini savunur. Bir de heteronomiyi reddeder. Nihayet modernizm, Ranciére’e göre bir “masal uydurup saf özün keşfi” diyerek sanatı bununla özdeşleştirmeyi tercih eder. “Sanat hususiyeti” de (her sanat dalının, komşu sanattan iyice ayrılışı da) böylece ete kemiğe bürünür. Sonrası ise sanat olan-olmayan ayrımının keskinleştiği kınama eylemidir. Anti-estetikten Badiou’nun inestetiğine uzanan yol da bu şekilde oluşturulur. Ranciére’in, Badiou’nun sanatın neliği ve özelliği hakkındaki görüşlerini aktarış ve yorumlayışı her şeyi berraklaştırıyor: “Badiou sanatların hususiyetlerinin, her birinin kendi dilinin hususiyeti olduğunu reddediyor; ‘hususiyet, onların fikirlerindedir’ diyor (…) Kısaca, Badiou’nun tartışılmaz modernliği burkulmuş bir modernitedir. Bu modernitede ‘kendinde, olduğu gibi’ sanatın varsayılan özü burkulmuş, hatta Badiou’nun ana felsefi projesiyle ve çokluk Platonculuğu fikrinde özetlenen ultra-Platonculuğuyla iki kere burkulmuştur.”

Ranciére, Badiou’nun sanat dallarına (ki bu en arı biçimde dansta ortalığa dökülür) felsefi korunak oluşturmasına temkinli yaklaşır. Bu hareket, bir tür estetik düğümlenmeye neden olur. Yani sanat olan-olmayan ayrımının su yüzüne çıkışı hızlandırılır. Ardından da “sanat olmayan” acilen temizlenmeye başlar. Kısacası bir çeşit filtreleme işlemidir bu. Ranciére, en sonunda inestetik kavramlaştırmasının neye işaret ettiğini anlayıp anlatmaya koyulur: “İnestetik, sanatın, henüz sanat olmayanın, sanat olan-olmayan ve sanat üzerine söylemin yerlerini belirleyerek tam da hizmet ettiği şeyin altını oyar ve sanatı, sanat olmayanla ve sanat üzerine söylemle yeniden düğümler.”

Ranciére’in hatırlattığı bir başka isim de Lyotard. Onun yaptığı Kant karşı-okuması, estetik deneyimin ilk siyasal okumasına dümen kırma anlamı taşır. Kazımaya çalıştığı şey ise “estetik askıya almayla özgürlük vaadi arasındaki kökensel bağdır”; onun amacı “ne…ne de”yi bir “ya…ya da”ya temelli dönüştürmektir.

Ranciére, varılan noktada sanatın metapolitik senaryodaki debelenişinin devam ettiğini söyler. Ancak bu senaryo anlam değiştirmiştir bile: “Sanat artık vaat taşımaz. Hâlâ, Adorno’nun anısına, direniştir. Ama ‘direniş’in de yepyeni bir anlamı vardır. Direniş artık ‘şey’in anımsanmasıdır, ötekinin yasasına boyun eğmenin, yazının işaretlerinde, resmin dokunuşlarında ya da müziğin tınılarında kayda geçirilmesidir.”

ETİK DÖNEMEÇRanciére, günümüzde etiğin çokça dillendirilmesi ve hâkimiyet kurması karşısında sevince boğulanlara farklı bir pencereden bakar. Onun için etiğin egemenliği, “sanatın işlem ve siyasetin eylemleri hakkında verilen ahlâki yargının egemenliği değil, hem siyasal ya da sanatsal pratiklerin özgüllüğünün eridiği hem de eski ahlakın özünü oluşturan olgu-yasa, olan-olması gereken ayrımının eridiği, ayrımlaşmamış bir alanın kurulması” demek.

Ranciére, bu belirlemenin sanata yansımasının, onun belli bir toplumsal bağa hizmet etmekle görevlendirilişi olduğunu söyler. Dahası, Ranciére’in deyimiyle “postmodern karnaval”, estetik özgürleşme vaadinin ters döndürülmüş şekli bir etiğe çevrilişini gizleyen bir buluttur. Bu bir tür travma, Lyotard’ın söyleminde ise yüce-estetiğine karşılık gelen bir durumdur.

Ranciére, hemen karşısında durduğumuz etik dönemecin tarihsel bir zorunluluk olmadığını vurgularken bu hareketin, gücünü “dün radikal bir sanatsal ya da siyasal dönüşüm hedefleyen düşünme biçimlerini yeniden kodlama ve ters çevirme yeteneğinden aldığını” söyler. Dolayısıyla etik dönemeç, siyaset ve sanatın uzlaşmazlıkları mutlaklaştırma iradesinin son şeklidir.

Sonuçta etik dönemeci geçmek Ranciére’e göre, sanat ve siyasetin müdahale farklılıklarını onlara geri verir. Saflık düşünü elin tersiyle itmeye yardımcı olur, sanat ve siyasete “muğlâk, nazik ve ihtilaflı kopuşlar yapma niteliklerini” tekrar kazandırır.

Estetiğin Huzursuzluğu/ Jacques Ranciére/ Çeviren: Aziz Ufuk Kılıç/ İletişim Yayınları/ 138 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 19.04.2012

Hiç yorum yok: