18 Nisan 2012 Çarşamba

YARIM KALAN VEDA DENEMESİ (*)
Ali BULUNMAZ

Stefan Zweig, ömrünün son yıllarını kendini anlamaya ve yaşadıklarının, benliğinde bıraktığı izleri tanıklılıkları yardımıyla anlatmaya adamış bir yazardı. Sadece yazar demek Zweig'ı kavramak isteyenler için eksik bir niteleme olur. O, aynı zamanda bir aydın ve düşünürdü. İnsanı, insanda aramaya yönelmesi, kendinden önceki yazar ve düşünürlerden aynı yolu seçenleri dost bellemesi bu yüzdendi.

Dünyayı kasıp kavuran savaşlar eşliğinde insanın hızla ve sistematik şekilde sakatlanmaya başlaması, dönemin entelektüelleri gibi Zweig'ı da rahatsız eder. Geleceği öngören duyarlılığı, onun rahatsızlığını iyiden iyiye arttırır. Ama bardağı taşıran damla, Almanya'da Nazilerin işbaşına gelmesinden sonra kitaplarının yakılmasıdır. Bu olayın ardından adeta içsel bir yolculuğa çıkan zamanının tanığı Zweig, seyahatinde hümanistleri yanına alır. Yaşadıklarını onların görüşleri yardımıyla hafifletmeye uğraşan yazar, adeta o fikirlere sığınır. Kendisiyle arasında düşünce bağı kurduğu Montaigne, Zweig için bu yolculuğun son durağı olur.

DAHA İNSANCIL BİR DÜNYA
Zweig'ın Montaigne adlı denemesi, son metinlerinden biri olmasının yanında yarım kalması yüzünden de önemli. Peki, Zweig için Montaigne neden önemliydi? Belki Montaigne'in de yazarken geriye doğru yolculuklara çıkışı Zweig'ı etkilemişti ya da hümanizmanın köşe taşlarından biri olması. Belki de Montaigne'in, Zweig'ın döneminde her köşe başında katliama rastlanan Avrupa'yı zamanında Avrupa yapan düşünürlerden biri oluşu...

Zweig, Montaigne'i neden kendine dost ve rehber seçtiğini şöyle özetliyor: “İnsana her yaşında ve her döneminde seslenebilen yazarların sayısı azdır -Homeros, Shakespeare, Goethe, Balzac, Tolstoy gibi- ve bazı yazarlar da vardır ki, ancak belli bir zaman geldiğinde kendilerini bütün anlamlarıyla açar. Montaigne, onlardan biri. Onu doğru değerlendirebilmek için insanın çok genç, deneyimlerden ve hayal kırıklıklarından yoksun olmaması gerekir; Montaigne'in özgür ve yanıltılması imkânsız düşüncelerinin en yardımcı olabileceği kuşak ise bizimkisi gibi kaderin bir dünya kargaşasının ortasına fırlatıp attığı bir kuşaktır.”

Zweig'ın derdi, onca kıyım arasında, kanın gövdeyi götürmesine neden olan taraflardan birinde yer almamak; kısacası bu anlamda, “ahlaki ve manevi bağımsızlığını koruyabilmek”: “İnsanın, kendisi olmak ve kendisi kalmak uğruna mücadele etmesi” gibi bir kavgaya girişmek. Montaigne'in bilgeliğine sığınmasının bir başka nedeni de bu. İkisinin umudu kesişir böylelikle: “Dünyanın gerçek anlamda insancıl kılınması arzusu.”

Sadece umutları değil, sorunları ve düşüncelerinin zemini de birleşir: “Nasıl özgür kalabilirim? Bu çılgınlık ve vahşet ortamında, bütün tehdit ve tehlikelere rağmen düşüncemin hiçbir şey pahasına feda edilemeyecek berraklığını, yüreğimin insancıllığını nasıl koruyabilirim? (...) Ruhumu ve o ruhun yalnız bana ait olan maddesini, yani bedenimi, sağlığımı, düşüncelerimi ve duygularımı, başkalarının çılgınlığı ve yararları uğruna kurban edilmekten nasıl kurtarabilirim?” Zweig'ın, kendini Montaigne'le “düşünce kardeşi” olarak görmesinin altında bu soru ve düşünceler yatıyor.

Onun ilgisini çeken en önemli şeylerden biri, Montaigne'in Antik Çağ görüşüyle dünyaya bakması ve söylemini buradan kurması. Bu yüzden o, yapaylığa karşı, dengeli, dar görüşlülükten uzak ve uzlaşmadan yana bir kişiliğe sahipti. Tüm bu özellikler Zweig'a göre, Montaigne'i dünya vatandaşı yapmaya yeterliydi. Ona söz konusu niteliği veren ise aldığı hümanist eğitimdi; bu eğitim, Zweig'ın deyişiyle Montaigne'i “hayat boyunca kendi kendisinin öğretmeni ve öğrencisi” haline getirecekti. Bu da kendisini bilmesini sağlamıştı ve Zweig, onu bu pencereden bakarak bir daha yorumladı: “Montaigne'nin asıl sevdiği şey, insanlarla bir arada olmaktı; zaten kendini hep bu ilişkilere ve bu arada, kendi ifadesine göre, erken yaşlarından başlayarak çok çekici bulduğu kadınlarla ilişkilerine adamıştır. Canlı hayal gücü sayesinde kolayca anlaşmaktadır. Modaya düşkün değildir; yaradılışındaki belli bir derbederlik nedeniyle zengin giysilerin bile şıklaştıramadığı insanlardan olduğunu açıkça söyler. Aradığı, insanlar arasında olmak ve onlarla dostluk kurmaktır. Asıl hoşlandığı şey ise kavga amacıyla ya da önyargılarından ötürü değil, flöre oyunu saydığı tartışmadır.”

“KRALLIĞIM KİTAPLIĞIM”

Babasının ölümüyle kendisine yüklü bir miras kalan Montaigne, bunu sadece “iç bağımsızlığının güvencesi” olduğu için mutlulukla karşılar ve sonraları yine babasının yadigârı siyasete bulaşır. Ama Zweig, bu girişimin başarısızlıkla sonuçlanmasının doğal olduğunu söyler:

“Yaratılışı gereği, taraflar arasında aracılık yapmaya doğuştan elverişli bir insandır; siyasi yaşamda yerine getirdiği hizmetler de hep böyle gizli aracılık girişimleri olmuştur. Ama bunun zamanı artık geçmiştir; artık zaman, insanların hangi tarafı tuttuğunu açık seçik belli etmesini gerektirir.”

Siyasetteki başarısızlığı, söylemini oluşturmadaki başarısı tarafından dengelenir. Onun fikir üretme ya da yaratıcılığını beslemesindeki en büyük katkı “krallığım” dediği kütüphanesindeki kitapları, düşündüğünü dile getirir ve yeni düşünceler üretmesini sağlar. Montaigne'e göre “kitaplar ona hizmet etmekle yükümlü; bu yüzden canı istediği ve istediği kadar okur.” Zweig'a göre bu, Montaigne'in kitaplarla kurduğu “özgürlük ilişkisidir.” Kurduğu bu ilişki, kitapların Montaigne'in düşünme yeteneğini körüklemesinden dolayı yararlı bir ilişkidir. Söz konusu düşünme yeteneği ile bunu dile getiriş biçimi ve kimi sonuçları Zweig'ın gözünden kaçmaz:

“Montaigne, ifadelerinde bir bilim insanı kadar kesin, bir yazar kadar özgün, bir şair kadar parlak olma yükümlülüğü hissetmez. Meslekten filozof olanlar gibi düşündüklerinin daha önce kimse tarafından düşünülmemiş olduğu varsayımına saplanmaz (...) O yalnızca bir yaratıcıdır (...) Montaigne, özgürlük istemi doğrultusunda sürekli bir filozof, bir yazar, yetkin bir sanatçı olmadığını yineleyip durur.”

Zweig'da hayranlık uyandıran yönlerinden biri, Montaigne'in “asıl zevkinin bulmak değil, arama eylemi” olması. Dolayısıyla her şeyden önce -çok sevdiği Sokrates gibi- kendini aramaya koyulur: “Ben kimim?' diye sorar kendine. Kendi kendisinin dışına çıkmamaya; kendine, bir başkasına bakar gibi bakmaya çalışır. Kendine kulak verir, kendini gözlemler, inceler, 'kendi metafiziği ve fiziği' olup çıkar. Kendi kendisini hiç gözden kaçırmaz ve yıllardır kendini denetlemeksizin hiçbir şey yapmamış olduğunu söyler (...) Aslında Montaigne'in aradığı, 'Ben'i ya da kendisi değil, aynı zamanda insandır (...) Onun aradığı, hem kendi belirginleşme biçimlerini saptamak isteyen, içimizde var olan 'Ben'dir hem de öteki, hepimizde olan ortak yandır.”

Bütün bu arayış sürecinde Zweig için Montaigne'i özel kılan yönlerden biri de, onun “Nasıl yaşıyorum?” sorusunu bir an bile unutmamasıdır. Daha da ötesi, Montaigne'in bu soruyu hiçbir zaman buyruğa dönüştürmemesi; “böyle yaşamalısın” demememesidir: “Montaigne, düşüncelerini başkalarına yardımı dokunacak hazır haplara dönüştürmeye çalışmaz. Aradığını kendisi için aramıştır. Buldukları ise onlardan yararlanmak isteyen herkese açıktır. Özgürlük ortamında düşünülen, hiçbir zaman bir başkasının özgürlüğünü sınırlayamaz.”

KENDİ YASA VE MAHKEMESİ ÖNÜNDE
Zweig için Montaigne'in insana söylediği en önemli şeylerden biri, onun ayakta kalmasını istemesi; yani, “kendisi olarak var olması” gerektiği: Bir ölçüde sınır arar; tamam, insan bağlarıyla yaşar ama çekilecek çizgi nedir o halde? Zweig, Montaigne'in üç aşağı beş yukarı bunu bulduğunu belirtir: “Montaigne'e göre kendimizi ödünç verebiliriz, yapmamamız gerekense kendimizi adamamızdır.”

Zweig, Montaigne'i keşif yolculuğunda onun yanılgıları, içine kapanışına ve dünyadan el etek çekişine rastlar. Bu kapanış Montaigne için “özgürlüğü aramak” gibi görünse de Zweig'a göre aslında “bir bağımlılığın yerine bir başkasını koyma” anlamına gelir.

İnziva döneminin sonrasındaki peşi sıra yolculuklar, iki düşünce kardeşi arasında görülen bir başka ortaklık. Hep yeni yerler görmeyi, gördüğü her yeni yerin bir öncekinden daha iyi olması gerektiğini savunan Montaigne, Zweig'ın bir kez daha hayranlığını kazanır.

Zweig, kendisinden yüz yıllar öncesinde yaşayan ve düşünce kardeşi ilan ettiği Montaigne'i Montaigne yapan en önemli şeyin, “yargılarına boyun eğdiği kendi yasaları ve mahkemesinin bulunması” olduğunu söyler. Belki de adını çağlar ötesine taşımasını sağlayan da bu, kim bilir...


Montaigne/ Stefan Zweig/ Çeviren: Ahmet Cemal/ Can Yayınları/ 122 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 08.03.2012


Hiç yorum yok: