30 Nisan 2010 Cuma

BAŞKA BİR DÜNYANIN ROMANI (*)
ALİ BULUNMAZ

İskoç yazar Irwine Welsh’in Trainspotting’i, 1993’te sessiz sedasız yayımlanmıştı. Ancak beklenmedik bir satış patlaması yaşanınca Welsh ve kitabı büyük üne kavuştu. Bu da yetmedi, roman, sinema ve tiyatroya uyarlandı. Danny Boyle’un yönettiği 1996 yılına ait aynı adlı film, beyaz perdede fırtınalar kopardı. O fırtına, hem kitabın satışlarını ve romana duyulan merakı arttırdı hem de Welsh’in şöhretini.

Trainspotting’i özel kılan ve pek çok benzeri arasında öne çıkaran şey, yeraltı edebiyatının sansürsüz, apaçık ve yalın bir örneği olması. Aynı zamanda, yanından geçerken ıslık çalınan, şarkı söylenen ya da görmezden gelinen gerçekleri; bir başka dünyanın varlığını da ifşa etmesi.

Romanı daha önce okuyan veya filmi izleyenler o dünyaya, içindekiler kadar aşina zaten. Gettolara sıkıştırılan ya da en azından sıkıştırılmaya çabalanan büyük bir insan grubunu temsil ediyor Trainspotting. Ortaya konan ise rahatsızlık veren, korkulan, tiksinti duyulan ve tedirginlik uyandıran ama hepsinin ötesinde, içten içe merakla bakılan aykırı; “anormal” insanların dünyası: Yukarı çıkıp çıkmayacağını asla kestiremeden dipte yaşayan ve çevresini de bu insanlardan oluşturan bağımlıların evreni…

Kitaptaki kahramanların sosyalliği sanal bir bakıma. Yani Welsh’in anlatımı, uyuşturucu yoluyla sosyalleşmeye çalışan, kendilerine özgü bir dünya yaratan kitlenin güçlü akıntısını yansıtıyor.

Kim ne derse desin, arka sokakların böylesine bir canlılığı var. Farklı bir dünya, farklı bir dil; burada özgün bir argo çıkıyor karşımıza. Bir açıdan keşfedilmeyi ve anlaşılmayı bekleyen “gerçek hayatın” dili. Bu yüzden, romanda sayfaları kaplayan ne varsa, kurgunun kalıplarını yıkıp o dünyayı gözümüzün içine sokuyor.

Trainspotting’i ilgi çekici kılan da buların toplamı; kitap, şoka giren birini kendine getirmek için atılan tokat gibi güçlü. Ama bir farkla, Welsh’inki şoka sokan cinsten. Çünkü anlattıkları, çekinilen sokağın veya mahallenin kendisi: Kimi zaman ürkek, suskun, çoğunlukla da bazılarınca anlamsız hatta abartılı bulunan her daim dumanlı yıkıcı bir cesaret…

Welsh’in yapmaya çalıştığı, damarlarda dolaşan uyuşturucunun temizlenmesi gereken bir pislik olduğunu kanıtlamak değil. O, bunun neden ve nasıl hayata girdiğini anlatmak niyetinde, sadece anlatmak. Öyle olunca roman kendini ikiye katlıyor ve ağırlığı artıyor.

Trainspotting’in insanda acıma veya nefret duygusu uyandırma gibi bir amacı da yok. Tuhaf bir hareketliliği ve aynı ölçüde durgunluğu olan hayatlar, dalgalanma ve uyumsuzluklar konu ediliyor Welsh tarafından. Kitapta büyük lafların yerine, ilgi uyandıran belirlemeler var sadece; “insanın içinden eroini söküp atabilirsin ama eroinmanı asla” bunlardan biri yalnızca.

Welsh’in anti kahramanları, kendilerinin toplum tarafından “anormal” sayılıp “düzeltilmeye” çalışılmasından da rahatsız. Hayatı seçmemeyi seçiyor hepsi: Kariyer, araba, kanepe, aptal televizyon programları gibi şeyleri, çemberin dışında tutuyorlar. Bağımlılar belki ama bu durum, onların insan-dışı ya da duyarsız varlıklar olduğu sonucuna götürmüyor bizi. Hatta şöyle de denebilir: Anti kahramanların önemli bir bölümü gizli romantik. Bu özelliklerinin yanında, dürüst olduklarını söylemek de mümkün. Neredeyse hiçbir şeyi içinde tutmuyor ve olduğu gibi; lafı dolandırmadan konuşuyorlar.

Welsh’in kahramanlarının bir başka dikkat çeken özelliği, birbirlerine karşı sadık olmaları. Bu bağlılığa en küçük bir ihanette, her kim o hataya düşmüşse, güvenilmez damgası yiyor ve geri dönemeyeceği şekilde dışlanıyor.

Welsh'in kahramanları ve romandaki anlatım, ilk bakışta nihilist özellikler taşıyor gibi görünse de, bunu doğrulamayan bazı tutamaklar bulunuyor. Öncelikle kahramanların hayattan vazgeçmiş bir tarafları yok, aksine kendine göre bir yaşama tutunuş göze çarpıyor. Öte yandan onlar, belli oranda gelecek planı yapıyor. Sekteye uğrasa da, çemberi kırmak adına bir şekilde mücadeleye girişiyorlar. Doğallıklarından ve kendi yaşam tarzlarından vazgeçmemeleri, bazı eleştirmenlerin söylediğinin aksine nihilizmle bağdaştırılamaz. Bu, olsa olsa hayatı farklı algılama biçiminde nitelenebilir.

Trainspotting, olay örgüsüyle, anlattıkları ve kahramanlarıyla sert bir roman. Kimilerinin yabancısı olduğu bir dünyayı ele alması, bunu yaparken de o dünyanın yaşam biçimi ve dilinden hiç kopmaması, belki rahatsızlık uyandırabilir. Ama madalyonun diğer tarafından bakılırsa, uyuşturucu, seks ve AIDS’le örülü bir hayatın içindekilere Trainspotting hafif bile gelebilir.

Her şey bir yana Trainspotting, asla göz ardı edilemeyecek bir ağırlığa sahip. Romanın sinema ile tiyatroya uyarlanması ve defalarca sahnelenmesi de bunu destekliyor. Üstelik ilk yayımlanışından beri gündemde kalması ve arka sokak gerçeğini; başka bir hayatın nefesini güçlü şekilde hissettirmesi, kitabın ne denli önemli olduğunun bir başka göstergesi.

Trainspotting/ Irwine Welsh/ Çeviren: Avi Pardo/ Siren Yayınları/ 350 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 29.04.2010

Hiç yorum yok: