9 Nisan 2010 Cuma

AYIKKEN OKUMAYINIZ! (*)
ALİ BULUNMAZ


“Daktilom makineli tüfeğimdi ve doluydu.”

“Çok uzun bir çıraklık döneminden geçmiştim. Tuzaklara dayanmak istemiştim; solumda şarap şişesi ve sağımdaki radyoda, mesela, Mozart çalarken daktilonun başında ölmek.”
Charles Bukowski


Siz Bukowski’yle karşılaştınız mı; karşılaştıysanız hangi şartlarda ve ne zaman bilinmez ama, o karşıma çıktığında yirmili yaşların başındaydım. Elinde bir şarap kadehi, yanında şuh fakat ununu çoktan elemiş, üstelik eleğini de kaybetmiş bir kadın, belki de bir fahişe. Bukowski pek alışık olunduğu üzere don atlet, bir kapının önünde dikilmiş, dergi sayfasından “Siz kimsiniz?” der gibi bakışlar fırlatıyordu.

Yazdıkları da böyle bu adamın. Ne vakit nerede patlayacağı belli olmayan bir bomba gibi. “Pis moruk” Bukowski’yle karşılaşmak, bir dergi sayfasında olsa bile, şok etkisi yaratabilir insanda; yazdıklarını okumaya başlamak ise öncesinde derin bir soluklanmayı gerektirir. Rahatsızlık duyabilirsiniz ilkin, ancak sormalısınız “Bu adamın ağzı neden bozuk?” diye. Sormazsanız, anlayamazsınız, anlayamadığınızda ıskalarsınız.

HAYATIN SESLERİ
Bukowski’nin Pis Moruk İtiraf Ediyor kitabının alt başlığı “Şarap Lekeli Defterden Bölümler.” O deftere şarap bulaşmasaydı şaşılırdı zaten. Bukowski’nin el yakıcılığı, bulaşmasından ileri geliyor. Şarap nasıl deftere bulaşmışsa, Bukowski de insan ve olaylara bulaşıyor. Pek çoğunu da yerlere çalıyor. 21. yüzyılın uyumsuzu o.

“İnsanlar yaşlandıkça daha uzlaşmacı olur” demişti birisi. Bu, Bukowski için geçerli değil. Ölümünden sonra bulunan ve hiçbir yerde yayımlanmamış öykülerinde yine sözünü esirgemiyor; gözünü sokağa, kenarda köşede kalan ve yenilen ama kendi gibi insanlar arasında zaferler kazanmış kişilere dikiyor. Kahramanları kimi zaman uçuk, kimi zaman durgun fakat hep kırıp döken cinsten. Kırıp dökerek, tekdüzeliği alt etmek istiyorlar. Kamu güveni kazanmak gibi bir amaçları ise hiç yok!

“Pis Moruk”un yapmaya çalıştığı belli: Duymak istenmeyeni söylemek, görülmek istenmeyeni de gözlerin içine sokmak. Bir bakıma yalanın balonunu patlatmak. Ayyaşlık, serserilik, fahişelik palavra; onlar sokağın diliyle gerçeği hayatımıza itekleyen kahramanlar.

Onların ne bir Tanrı ne de kutsal lider arayışı var. Şiir, sokak ve hayatın kendisi hepsinin biricik yaşam alanı. Yaşayan ölülerden farklı yanları da burada.

Bukowski’nin tersliği anlatı ve kahramanlarına da sinmiş. Üstelik kafası her daim dumanlı bu tiplerin (aynı Bukowski gibi) nerede ne söyleyeceği belli değil. Bir anlamda hepsi serseri mayın. Rahatsız edici olmalarını bir tarafa bırakalım, yırtık karakterler. Öyle olmasalar kendilerini okutmaları da zorlaşırdı.

Kahramanlarınkine ek olarak, metinlerde de garip geçişler var. Çoğu zaman öykü ile deneme arasında bir yapıya sahipler. Bu özellik zihni zorlamıyor ama öyküden denemeye, denemeden öyküye bir dalgalanma yaratıyor.

YERALTINDAKİ BUKOWSKI
Kitaba ismini veren öyküye gelip dayandığımızda, Bukowski’nin geçmişine dönüp itiraflara başladığını görüyoruz. Babasının haşinliğinden tutun da annesinin buna ses çıkarmayışına, yediği dayaklardan baba nefretine dek bir dolu itiraf. Kabadayılığının altındaki hiçbir zaman dolmayacak boşluk bunlardan kaynaklanıyor. Geçmiş, Bukowski için bir hapishane; duvar ve parmaklıkları yıkıp gitmenin yolu ise saldırmak.

Aslında Bukowski’nin saldırısı savunma demek genellikle. Erişilmez alanlar yaratıp, onları korumak için ağzını bozuyor. Yani kendini koruyor ve sürekli kendiyle yarışıyor.

Bukowski, hırçın kişiliğini ilginç bir metaforla tanımlıyor: “İçiyorum, başım daktilonun üzerine düşüyor; yastığım o benim. Ben yeraltıyım, tek başıma ve ne yapacağımı bilmiyorum. Bu yüzden bunu yazıp sarhoş oluyorum, özetle.”

Los Angeles’ı anlatışı da, kendisini anlatışıyla benzerlikler taşıyor: “Kent merkezine inip belediye binasını, bütün nezih ve değerli insanları gördüğünde, kasvete kapılma. Açlık çeken, ayyaş, çatlak ve mucizevî bir insan ırkı yaşıyor bu kentte. Çoğunu gördüm ben. Onlardan biriyim. Yenileri de olacak. Bu kent teslim olmadı henüz. Ölümden önce gelen ölüm tiksinç.”

Şiire hayran ve kendisi de şiir karalayan Bukowski’nin, Amerika’daki dize çılgınlığına dair de birkaç zehir zemberek sözü var: “Postamdan sayısız küçük dergi çıkıyor, ısmarlanmamış, istenmemiş. Şöyle bir göz atarım. Koca bir hiçlik. Sanıyorum çağımızın mucizesi bu kadar çok insanın hiçbir anlama gelmeyen o kadar çok sözcüğü kâğıda dökebilmesi. Deneyin bir gün. Hiçbir anlama gelmeyen sözcükler yazmak imkânsızdır neredeyse, ama onlar yapabiliyor, hem de süreklilik ve insafsızlıkla.”

Bukowski, kıçı kırık romancı, öykü yazarı ve şairleri hedef tahtasına yerleştirirken, sanata ilgi duyanları da şöyle resmeder: “Sanata ilgi duyan kesim her zaman edepsizdir. Sanatçıya ürettiği işten ziyade yaşam tarzından ötürü ilgi duyar. Özellikle kaçıklara, katillere, intiharcılara, aç ve yoksullara…”

Bazı satırlarda, zihnini nasıl nadasa bıraktığını anlatan Bukowski, monoton çalışma yöntemini, düşünmeyi bırakmak için hiçbir zaman tercih etmeyeceğini belirtir. Çalışmak, düşünmeyi sevmemenin meşrulaştırıcı etkeni olamaz ona göre. Programlanmış hayat, Bukowski için tam bir işkencedir; buna kendini kaptıranlara ise “yaşayan ölü” der.

Bukowski’ye bakınca, amuda kalkan bir adamın, yazdıklarıyla yaşamı o açıdan yorumlayışına rastlamak da mümkün. Sözcükleri ve dolayısıyla eylemleri tepetaklak.

“YALNIZLIK EN BÜYÜK KOZUMDU”
Tepetaklak olan yaşamı her şeyin ötesinde ve onun yaratımının kaynağı da bu; onun yaratıcılığı harcamak: “Savaşlar ve yıllar sürdü ve kaçık sevgililer ve kaçık anlamsız işler. Yirmi yıllık bir ziyanı nasıl anlatır ki insan? Bir saniyede. Çok kolay. Yıllar, harcanmak içindir.”

Söz ettiği o yılları, öykülerine yedirir, bazen doğrudan anlatırken sefilliği tadar; hatta öyle anlar olur ki, yazdığı daktiloyu rehin verir. Ama defterini lekeleyen şarabı ve yolluk niyetine birası hep yanı başındadır. Ağzı iyiden iyiye bozulur, küfürbazlığı artar.

Hipodrom delisi Bukowski’yi “dizginleyen” iki şey; yazmak ve içmek. Sözcükleri yaşatıp öldürürken, atlarla beraber bu ikisi ona eşlik eder. Kitapta bunu çokça vurguluyor.

Sonunda, kendini tanımlayan şu cümleleri kuruyor: “İnsanın dili nerede ve nasıl yaşadığına bağlıdır. Ben hayatımın büyük bölümünü berduşluk yaparak ve âdi işlerde çalışarak geçirdim. Duyduğum konuşmalar bilgece değildi. Yaşadığım yılların üst sınıftan insanlarla kurulmuş ilişkilerle süslü olduğu da söylenemezdi. Gübre çukurunun dibindeydim. Biraz deliydim, fakat tuhaf bir delilik söz konusuydu, çünkü besliyordum deliliğimi. Aklımın serbestçe gezinmesine izin veriyordum, kendi kıçını ısırmasına. İçgüdülerimi dinledim, önyargılarımı besledim. Yalnızlık en büyük kozumdu. Gerçekliğimi şişirebilmek için yalnızlığa ihtiyacım vardı. Aylaklığa çok büyük değer veriyordum; benim bağımlılığım da buydu. Kendimle yalnız kalmak mabedimdi (…) Zaman için her şeyden feragat ettim. Ana akımın dışında kalabilmek için. Günde bir gofretle yetinirdim genellikle. En büyük masrafım bir şişe ucuz şaraptı. Kendi sigaramı sarardım ve yüzlerce öykü yazdım, çoğu tükenmez kalemle. Daktilomun rehincide geçirdiği zaman benimle geçirdiği zamandan fazlaydı (…) Ne yaptığımı bilmiyor, ama yine de yapmaya devam ediyordum. Kişisel tanrımın üzerine fırlattım kendimi: Yalınlık. Ne kadar sıkı ve yalın yazarsan, hata ve yalan olasılığı o kadar azalıyordu. Deha, karmaşık bir şeyi yalın biçimde ifade yeteneği olabilirdi. Mermiydi sözcükler, güneş ışınlarıydı; sözcükler, kaderin ve yıkımın çatlaklarından geçebiliyordu. Oynadım sözcüklerle.”

Pis Moruk İtiraf Ediyor, cenaze töreninde herkes ağlarken kahkahalara boğulan bir adamı andırıyor. Belli zaman sonra okuyanın midesinde kasılmalara yol açabiliyor. Metinlerin sarsıcılığının yanında, Bukowski’nin attığı yumruklar da bunu arttırıyor.

Yazılanlardan, onun yumruk atmayı öğrenmesinin uzun sürmediğini de öğreniyoruz. Çünkü Bukowski, hem yaşam tarzı hem de yazdıkları nedeniyle pek çok yumruk yer. Yedikleri, gerek savunma gerekse saldırı amaçlı yazılar olarak geri döner. Bu da onun kendine özgü biçemini yaratmasına yardım eder; birilerini, hatta hiç azımsanmayacak önemli bir kitleyi çileden çıkarsa da.

Pis Moruk İtiraf Ediyor/ Charles Bukowski/ Çeviren: Avi Pardo/ Parantez Yayınları/ 256 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 08.04.2010

Hiç yorum yok: