30 Aralık 2010 Perşembe

Betül Çotuksöken ürettikleriyle, hem yurt içinde hem de yurt dışında tanınan bir felsefeci. Bunun nedeni ilgi ve düşünme yelpazesinin genişliği. Yirmi üçüncü kitabı İnsan Hakları ve Felsefe yakın zamanda yayımlanan Çotuksöken, çalışmasında insan hakları kavramında aynı geniş bakış açısıyla yaklaşıyor. Çotuksöken’le “insan hakları”nın neliği bağlamında kitabını konuştuk.

“İNSAN HAKLARI EĞİTİMİNDE DÖNÜŞÜMÜ SİYASETÇİLER SAĞLAYACAK” (*)

ALİ BULUNMAZ

- Thierry Paquot “Felsefeci, bir toplum için kesinkes lükstür; onun etkinliği apaçık olarak görünen şeyi yerinden oynatmak, bunun sonucu olarak da gerçekliği, en azından kafadaki gerçeklik düşüncesini kemik gibi yerinden çıkarmaktır” diyor. Özellikle Türkiye açısından düşünüldüğünde, felsefe ve felsefeciler lüks olarak değerlendirilebilir mi?
- Felsefeci ya da filozof her türlü var olanı çerçeveleyen; algıladıklarımızı “işte öyle” algılamamızı sağlayan; başka bir deyişle, algıladıklarımızın çerçevesi olan kavramlara yönelik olarak çalıştığı için kimi zaman gerçekten kemikleşmiş yapıları yerinden edebilir; onları yerinden oynatabilir. Ancak bunun kolay olduğu sanılmamalı. İnsanların çoğu Isaiah Berlin’in dediği gibi “dogmanın rahat sedirine uzanır ve orada uykuya dalabilir, hatta dalar.” Benim de sıkça kullandığım bir ifadeyle kimse ayağının altındaki toprak kaysın istemez. Bu toprağın da bileşenleri önyargılar, değer yargıları, her türlü inanç, kalıp düşüncelerdir çoğunlukla. Bu durumda elbette felsefe, felsefi söylem rahatı kaçıran olacaktır; lüks kaçacaktır. Ancak uzun erimde bu rehavet, yere gerekçesiz sıkı basma istemi, insana, topluma en büyük zararı verecektir. Şöyle bir düşünelim, tüm siyasal dönüşümlerin, toplumun kamu haline gelmesinin, kurumsal yapıların dönüşümlerinin ardında felsefecilerin ve filozofların ilkin dikkatimize sunduğu kavramlar yok mu? Adalet, özgürlük, eşitlik, insan hakları gibi. Bunların hangisi lüks? Bunların lüks olmadığını anlamak için krizle, bunalımla sınanmak gerekiyor aslında. Felsefeci keskin bakışıyla olup biteni bağlantıları içinde gören ve gösteren tutumuyla, gördüklerini söyleme veya yazma yoluyla herkesin önüne koyar. Felsefeci bilgi dostu olarak, bilgiyle dünyasını kuran insan olarak, gördüklerini herkesle paylaşır; öyleyse felsefeci yalnızca görmekle yetinmez; görür ve gösterir. Felsefeci ve filozof benim sıkça yaptığım bir betimlemeyle insan-dünya-bilgi arasındaki ilişkilere keskin bakışını fırlatır; bu çerçevelerde ortaya çıkan sorunları görür, gösterir. Felsefeci isteyen herkese rehberliğini, kılavuzluğunu açar; hesap verir, düşündüklerini, dediklerini, yazdıklarını gerekçelendirir; herkesten de bu edimleri gerçekleştirmesini bekler. Bu, aslında hiç de lüks değil; herkesin bu çaba içinde olması gerekir daha iyi bir dünya için. Felsefeci yalnızca düşünmekle yetinmez; yukarıda da belirtildiği gibi sorguladığı insan-dünya-bilgi ilişkisini “felsefe bilgisi” adı altında tartışmaya açar. Felsefeci kendine ve her türlü varolma, gerçekten “varolma” yolunu açar. Çeşitli çalışmalarımda felsefenin ne denli yaşamsal olduğunu göstermeye çalıştım ve düşünenleri, okurları topluluktan, toplumdan, sivil topluma, kamuya geçişte felsefenin göz ardı edilemez rolünü düşünmeye davet ettim. Felsefe bilgi üretiyor ve bilgi neden lüks olsun ki? Her türlü bilgi bizim için, elbette felsefe bilgisi de bizim için. Şunu da eklemeden geçemeyeceğim: Salt biyolojik hayat yaşarsak anlık hazlarımız ve deneyimlerimiz yeter bize; işte o zaman felsefe de lüks olur bizim için!

“YAŞAMIN HER ANINDA BİLGİYLE BULUŞMAK GEREKLİ”
- Yeni kitabınızın adı İnsan Hakları ve Felsefe. İnsan hakları dediğimizde neyi anlamalıyız; bireysel hak mı, bir topluluğun hakları mı yoksa kültürel hak mı? Bunlardan birinin önceliği var mı?
- İnsan Hakları ve Felsefe, belli bir insan-dünya-bilgi anlayışıyla kaleme alındı ve toplumun, sivil topluma, kamuya dönüşmesinde insan hakları bilgisinin ve bu bağlamdaki eğitimin önemine işaret ediyor. Toplum, aklın kamusal kullanımı, başka bir deyişle aklın bilgiye dayalı, özgürce kullanımı yoluyla dönüşürse bu dönüşümün sağlıklı olduğundan söz edilebilir. Bu noktada İnsan Hakları ve Felsefe kitabı Aydınlanmanın savlarıyla dokunmuştur bir metin olarak. İnsanın yaşamının her anında bilgiyle buluşmasının gerekliliğine işaret ediliyor kitapta. Ayrıca kitaptaki temel savlardan biri de şu: Kamu görevi yapmak, aslında insan haklarını korumaktır. Bu haklar da birey ve kişinin hakkı. Topluluk hakları, birey ve kişinin haklarının önüne geçmediği, onların üstünü örtmediği ya da ortadan kaldırmadığı sürece ancak korunabilir. Topluluk, grup ve ”cemaat” hakları insanın insan olarak olanaklarını yok saydığı, bir kişinin insan olarak kendini gerçekleştirmesine engel olduğu zaman, örneğin sağlıklı yaşama hakkını ya da eğitim alma hakkını ortadan kaldırdığı zaman tanınması-korunması-geliştirilmesi gereken bir hak olmaktan çıkar. Bu noktada onlara “dur!” demek gerekir. Öyleyse ortak payda ne?: Kimi kültürel değerler, değer yargıları, gelenekler için kişiler araç kılınır ve bu durumda hakların artık tanınması-korunması-geliştirilmesi mümkün değil. Bireysel haklar bir bütün olarak tanınmalı-korunmalı-geliştirilmeli. Bu incelikleri konuya yalnızca hukuk bilgisiyle bakarak göremeyiz; genel olarak felsefe bilgisiyle, özel olarak da insan felsefesiyle, benim birkaç yıldan beri, hem bakış açısını hem de belli bir felsefe disiplinini göstermek üzere kullandığım “antropontoloji”yle (insan-varlık bilgisiyle) baktığımızda bu incelikleri görebiliriz.
- “İnsan hakları” kendi başına bir kavram ama bunu açıklar, irdeler ve temellendirirken yan kavramlara da başvurmak zorunlu. Sizin felsefeye kavramlar kattığınızı dikkate alırsak, bunların en önemlileri ne?
- Örneğin “antropontoloji” (insan-varlık bilgisi), antropolojik eksenli varlık anlayışına işaret ediyor ve terim olarak benim özgün buluşum. Bir başka noktaya daha burada dikkati çekebilirim; o da şu: İnsan dünyasında bilginin doğumunu başlatan özne. Bilenle varolan arasında bir gerilim yaşandığında, insan varolana, soruna doğru gerildiğinde, yöneldiğinde özne olur ve ancak bu andan başlayarak bilgi elde etme olanağını elde eder. Felsefe tarihinde öteden beri kullanılan terimleri, yine insan temelinde -elbette insan merkezli değil- anlamaya çalışıyorum ve gerçekten herkesin, hiç zorlanmadan anlayabileceği bir dille anlatmaya çalışıyorum. Günümüzün artan ve çeşitlenen insan ilişkileri ortamında insan hakları kavramını ve çerçevesini herkes için ortak bir başvuru noktası olarak değerlendiriyorum. Elbette modernliği, Aydınlanmayı, bilginin toplumsal ve özellikle de kamusal ilişkilerde değerli kılınmasını; günümüzde insan ilişkileri, siyasal ilişkiler ve özellikle de demokrasi için önemli olan “temsil” ve “katılma”nın ya da ”katılım”ın bilgi eksenli olmasıyla, bilginin yayılmasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Modernlik bireyin keşfi bağlamında, Aydınlanma aklın kamusal yani bilgiye dayalı kullanımı bağlamında son derece önemli görünüyor; keyfilikten kurtulmanın yolu oluyor.
- Kitabınızda maddelerine yer verdiğiniz İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi elimizdeki temel metinlerden. Acaba insanlık bu metni yeterince içselleştirebildi mi?
- Ne yazık ki henüz tam bir içselleştirme yok. Toplulukla ve toplumla, sivil toplum ile kamu arasındaki açıklığın, farklılığın daha az olduğu ülkelerde İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi biraz daha iyi -bilinçli olarak en iyi demiyorum- bir biçimde işliyor. Kurumlar, genellikle kamu, bir ölçüde de olsa eğer insan haklarına dayalı olarak örgütlendiyse, insanın onuru biraz daha iyi korunuyor. Alınacak önlemlerle, yapılacak eğitim çalışmalarıyla, daha iyi noktalara gelinebilir. Bunun için de yoksullukla mücadelenin gerçekten bilinçli olarak yapılması gerekiyor.

“AYIRIMCILIK, İNSAN HAKLARI ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL”
- Kitapta kendini gösteren konulardan biri de ayırımcılık. Temelinde özcü yaklaşımın ya da yönelimin yattığı ayırımcılığın insan hakları kavrayışına nasıl bir zararı var?
- Ayırımcılık, kitapta da çok açık seçik bir biçimde üzerinde durulduğu gibi insan haklarının tanınması, korunması ve geliştirilmesinin önündeki en büyük engel. Felsefe kavramı yaratan, felsefe bilgisi üreten biri olarak, bir felsefecinin ve filozofun temel görevinin, işinin “varlık”, “varolan” karşısında; “insan”, “insanın eylemleri”, “insan ilişkileri”, “insanın gereksinimleri”, “insanın değerleri” konusunda nasıl bir duruş sergilediğini açıklıkla ortaya koymasının gerekliliğini ileri sürüyorum. Benim bu noktadaki duruşum antropontolojik nitelikli ve her bir insanı dikkate alan adcı (nominalist) ontolojiyi benimsemekten yana. Bana göre hiçbir insanın, hatta varolanın, varlığın değişmeyen, sabit kalan bir özü yok. Her varolan değişebilir nitelikler toplamı. Bizim kimliğimizi oluşturan işte bu niteliklerin toplamı. Bu durumda bireyin varlığının, varoluşunun, öz üzerinden değil, nitelikler üzerinden öne çıkarıldığı açık. Varolanda öze asıl varlık yüklendiğinde, insanı insan yapan tek bir nitelik, özellik değişmez, sabit bir öz olarak algılandığında ve bu öz grup ya da topluluk kimliği olarak da öne çıkarıldığında, o öze sahip olmadığı ileri sürülenler için ayırımcılık başlar. Öyleyse ayırımcılığın olmaması için her şeyden önce özcü (essensiyalist) varlık anlayışından vazgeçilmeli ve toplumun kamu olarak (sivil toplum-devlet) örgütlenmesinde öz olarak nitelenenler ölçü alınmamalı.
- Biraz yurdumuza dönelim. Türkiye insan hakları eğitiminde bugün hangi noktada?
- İnsan hakları konusunda 90’lı yılların sonundan itibaren ivmelenen çalışmalarla elbette belli bir mesafe elde edildi. Kavrama dikkati çeken çalışmalar yapıldı. İnsan haklarının tanınması-korunması-geliştirilmesi, kamusal ve siyasal alanda, kurumsallaşmada son derece önemli. Ancak haklar ilkin ailede, yani özel alanda tanınıp korunmalı ve geliştirilmeli. Bu da toplumun tüm bireylerinin haklar konusunda, özellikle eğitim hakkının korunması ve geliştirilmesi konusunda ve bununla da bağlantısı içinde “insan hakları eğitimi” konusunda duyarlı olması gerekiyor. Bu duyarlılık için bir yaşama iklimi yaratılması gerekiyor. Ben 1998’den beri, İstanbul Üniversitesi’nde bulunduğum yıllardan başlayarak, insan hakları eğitimi çalışmaları yaptım. İnsan haklarının felsefi temellerini ele alan derslerin verilmesini anabilim dalı başkanı olarak sağladım. Elbette bu konudaki çalışmaları başlatan değerli hocamız İoanna Kuçuradi’ydi. Hacettepe Üniversitesi’nde gerek Felsefe Bölümü’nde gerek İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi’nde yaptığı çalışmalar hepimiz için çok önemli. 2000’den bu yana bu türden çalışmaları Maltepe Üniversitesi’nde çok farklı düzeylerde sürdürüyorum. 2005’te üniversitemizde İnsan Hakları Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin açılmasına öncülük ettim. Aynı yıl aramıza katılan Sevgi İyi ile birlikte, ardından da 2006’da İoanna Kuçuradi hocamızla birlikte hem çevre ilçelerde ve okullarda ve bizzat Felsefe Bölümü’nde insan hakları konusunda çalışma yapıyoruz; genç arkadaşlarımız da bu çalışmalara katılıyor. Ders planımızda yer alan Eleştirel Düşünme, İnsan Hakları, Kamu Yaşamında Felsefe, Felsefi Danışmanlık, Çocuklar İçin Felsefe dersleri arasında sıkı bir örgülenme olduğunu düşünüyorum. Bu dersleri 2004’te kurduğumuz ve kurucu başkanlığını yaptığım Felsefe Bölümü’nde altı yıldır sürdürüyoruz ve sürdüreceğiz. Yine 2007-2010 arasında yöneticiliğini üstlendiğim Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde İnsan Hakları Anabilim Dalı’nı açtık. Çok sayıda polis öğrencimiz var; yine öğrencilerimiz arasında yargıçlar ve savılar ve avukatlar var. Disiplinlerarası bir anlayışla oluşturduğumuz ders planımızda elbette hukuk ve iletişim boyutu da büyük önem taşıyor. Bu arada Ders Kitaplarında İnsan Hakları Projesi (I ve II) bu konuda gerçekten önemli çalışmalar olarak dikkati çekiyor. Konu kimi üniversitelerde daha çok hukuksal boyutuyla ele alınıyor (İstanbul Bilgi Üniversitesi).
- Sahada; sokakta konunun algılanışı nasıl?
- Doğrudan halka yönelik çalışmalar da yapıyoruz. 2005-2009 arasında “Ben İnsanım” başlıklı insan hakları projesini yürüttük. Projede Pendik İlçe İnsan Hakları Kurulu, sivil toplum kuruluşu olarak Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Pendik Şubesi yer aldı. Bu proje kapsamında okullar aracılığıyla, özellikle annelere ulaştık ve onlarla atölye, seminer çalışmaları yaptık. Üniversitemizin kurucu vakfı olan İstanbul Marmara Eğitim Vakfının açtığı okuma yazma kurslarında insan hakları eğitimi yaptım. Sokağın insan hakları ve bağlantılı kavramlara gündeminde yer ayırabilmesi için, iyi örneklere gereksinim var. Adaletin, eşitliğin, özgürlüğün somutlaşmadığı toplum ya da kamu yaşamında konu inandırıcılığını yitirir. Adil yargılanma hakkı, örgütlenme özgürlüğü, fırsat eşitliği konusunda özel sektör ya da devlet sektörü olsun, kamu hizmeti veren herkesin yaptığı hizmetin “kamu hizmeti” olduğu anlayışı herkesçe içselleştirilmeli. Kitapta bu anlayış, “kamu hizmeti vermek insan haklarını korumaktır” deyişinde yer alıyor. Sokağın bunu çok net bir biçimde görmesi ve hizmet veren her insandan da bunu beklemesi gerekiyor; keyfilikle, keyfi tutumlarla ancak böyle başa çıkabiliriz. Başta yerel yönetimler olmak üzere, üniversitelere, okullara, kamu kurumlarına, herkese çok iş düşüyor. Kamu hizmetini verirken insan haklarına dayalı bir biçimde eylemde bulunmak gerekiyor.

“KRİZLERİ ÇÖZMEDE REHBER İNSAN HAKLARI KAVRAMI”
- Yüzyılımız krizler yüzyılı, bu anlamda -hem Türkiye hem de dünya bağlamında- insanoğlunun içinde bulunduğu krizler insan hakları eğitimi, kavramlaştırması ve uygulamalarda nasıl güçlükler yaratıyor?
- İnsanoğlunun dünyaya ayak bastığı andan beri kriz ya da bunalım içinde olduğu; kendisiyle, kendisi gibi olanlarla, doğayla olan ilişkisinde sürekli olarak sorunlarla baş edebilmenin yolunu aradığı bir olgu, bir gerçek. Nermi Uygur’un dediği gibi, insan “bunalımdan yaşama kültürü”nü yaratıyor. İşte yaratılan bu yaşama kültüründe insan öncelendiği, hiçbir tek insan feda edilmediği takdirde, daha iyi bir dünyayı kurabilme şansımız olabilir. Krizlerden dolayı birçok şeyin, özellikle insanın unutulduğu da açık. Ancak biz felsefeciler işte bu unutulmuşluğun önüne geçiyoruz, insana sürekli olarak insanı anımsatıyoruz. Platon’dan Sartre’a, Wittgenstein’a kadar, Uygur’a Mengüşoğlu’ya, Kuçuradi’ye kadar bu böyle. Benim antropontoloji (insan-varlık bilgisi) saptamam da böyle anlaşılmalı. Krizleri ilkin çözümleyip ardından da çözmede insan hakları kavramı bize rehber olabilir. Çünkü insanın varoluşuyla, olanaklarıyla ve gereksinimleriyle, bir değer ve eylem ilkesi olan ya da olması gereken insan hakları arasında sıkı bir ilişki var. Biz Türkiye’den birkaç kişi bu ilişkiyi somut olarak kuruyoruz. Dayandığımız düşünme geleneği, İstanbul Üniversitesi’nde filizlenen oradan, Hacettepe Üniversitesi’ne, Uludağ Üniversitesi2ne, şimdi de Maltepe Üniversitesi’ne geçen düşünme geleneği. Ardında da ilkler olarak Takiyettin Mengüşoğlu, Nermi Uygur var. Özellikle Mengüşoğlu’nun Değişmez Değerler, Değişen Davranışlar adlı kitabı bu gözle okunmalı. Bir sivil toplum kuruluşu olarak Türkiye Felsefe Kurumu’nun 1974 yılından beri sürdürdüğü çabaları da unutmamak gerek. Ancak insan hakları eğitimi konusunda asıl dönüşümü sağlayacak olanlar, dar anlamında kamuyu, devleti taşıyan karar vericiler, siyasetçiler olacaktır. Ne zaman ki siyasetçiler, ülkenin kamusal yaşamının ana payandasını oluşturan hukuk dizgesini belirleme ve uygulamada aklın kamusal kullanımını ve insan haklarını temele alan, ona dayanan çözümler üretir ve keyfilikten kurtulmak için kararlı bir tavır takınır, o zaman daha iyi bir Türkiye kurulur ve böyle bir Türkiye de daha iyi bir dünyanın oluşmasına ve sürdürülmesine katkıda bulunur.
- Yanılıyorsam düzeltin, İnsan Hakları ve Felsefe yayımlanan yirmi üçüncü kitabınız; onca yıllık deneyiminize dayanarak soruyorum, Türkiye'de felsefeciler birbirini ne kadar izliyor?
- Özgün kitaplarım, çevirilerim, tek başına ya da meslektaşlarımla yayıma hazırladığım kitapların sayısı dediğiniz gibi 23, yenileri de geliyor. Sorunuzun asıl önemli bölümüne gelince: Türkiye’de felsefecilerin bir diyalog ortamı yarattığını söylemek biraz güç görünüyor. Elbette birbirinin çalışmalarını izleyen, tartışmaya açanlar var. Bu bakımdan, hocalarımızdan daha iyi bir konumda olduğumuzu söyleyebilirim. Bir araya gelip ortak kitaplar yayımlıyoruz. Armağan kitaplar hazırlıyoruz. Bunun onlarca örneğini verebilirim. Çok sayıda dergi yayımlanıyor. Ancak dünya görüşleri konusundaki bölünmüşlük sürüp gidiyor. Felsefi söylemin olup bitene, kendisine, sanata, bilimsel bilgiye dayanarak kurulması, üretilmesi son derece önemli; felsefe hem besler hem de beslenir. Ancak felsefeyle ilahiyatın ülkemizdeki ilişkileri henüz normalleşmiş değil. Bu durum, özellikle üniversitelerdeki felsefe bölümlerini, örgütlenme özerkliğini ve yine özellikle lise ders kitaplarını zorluyor. Yeni kurulan bazı felsefe bölümlerine ilahiyatçılar atanıyor. Bu durumda da çokça herkes kendi “camiası”nda, “cemaati”nde kalmayı yeğliyor. Ama ben yine de çok umutluyum, gençler hem dünya felsefe yazınını çok iyi izliyor hem de daha çok üretiyor. Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Felsefi söyleme Türkiye’den yapılan katkıların dünya felsefe yazınına girebilmesi için dışa açılmak, uluslararası kongrelere, seminerlere katılmak ve Türkiye’de yapılan halis felsefe çalışmalarından bu ortamlarda söz etmek son derece önemli. Daha önce de birkaç kez dile getirmiştim: Türkçede üretilen, yaratılan felsefe metinleri Kültür Bakanlığı’nın desteğinde dünya dillerine, özellikle İngilizceye çevrilmeli; yalnızca kendi içimizde değil, dünya felsefecileri ve filozoflarıyla da daha sıkı bağlar kurmalıyız.

İnsan Hakları ve Felsefe/ Betül Çotuksöken/ Papatya Yayıncılık/ 184 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 30.12.2010

Hiç yorum yok: