3 Aralık 2010 Cuma

BOŞ MİDEYLE FELSEFE YAPILMAZ (*)
ALİ BULUNMAZ

Kitabı elime alır almaz, Pascal dedenin bir sözü geldi aklıma. Dede, “Felsefe bir saat bile didinmeye değmez” demişti. Bu sözün ne anlama geldiğini kavramam on yılımı aldı, olsun varsın.

Zamanında bir dostumla promil sınırlarını zorlayan bir ortamda tartışırken felsefenin hiçbir anlamı olmadığını yumurtlayınca, karşı tarafın sinir katsayısı tavana vurmuştu. Pascal dededen cesaret alarak ettiğim bu laf, içeriden biri olmanın rahatlığıyla benim için geçerliliğini koruyor. Felsefe hiçbir işe yaramaz; faydacı cemaate inat, tam da bu yüzden değerli işte.

Felsefenin “değersizliği”, onu ezberleyen ya da herhangi bir kapıyı aralamak için kullananların algılayabileceği bir şey değil. Hele felsefeyle midesini genişletmeye çabalayan günümüzün kimi çakma “filozoflarının” anlayabileceği bir şey hiç değil.

Mide demişken, Michel Onfray konuya tam da buradan giriyor; filozofları hafiften gurmeleştirip sevdikleri ya da sevmedikleri yiyeceklerle söylemleri arasında bağ kurmaya çalışıyor. Filozofların Karnı, bu açıdan bakıldığında felsefeye yemek ve yeme kültürü bağlamında yaklaşan özgün bir yapıt.

MUTFAĞIN FELSEFESİ
“Üst bir dil kurmuş, düşüncenin sınırlarını zorlamış filozofların ne yiyip içtiği beni ırgalamaz” diyebilir bazıları. Bazı kerkenezler de hemen, baştaki “üst”e takılıp bunu “üstün”le karıştırabilir, hem de bilinçli şekilde. Gelgelelim Marx, “insan ne yerse odur” demiş ya, yeme alışkanlığı herhangi birinin pek çok yanını ele verebilir. Onfray sanki buradan hareket ediyor. “Ruhunu satan bilgeler”den çok, yemeğe ve düşünce ruh katanlarla ilgileniyor.

İnsana keyif veren yemekler gibi zihnini açan düşünceler de hazzın kesinlikle tadılması gereken bir boyutu. Onfray, yirmi sekiz yaşında kalp krizi geçirince “Acaba filozoflar ne yerken haz duyar?” türünden bir soru aklına tebelleş olmuş. Yemek kitaplarından biraz uzaklaşmış ama bu kez filozofların yiyip içtiğine mesai harcamış. Öte taraftan biraz da kendisini “boğan” diyet uzmanına gönderme yapmak adına oturup Filozofların Karnı’nı yazmaya koyulmuş.

Onfray, yüzyılları birbirine yaklaştıran bir sofra kurup konuklarını şölen havasında ağırlıyor. Masada kimler yok ki: Diogenes, Rousseau, Kant, Nietzsche, Fourier, Sartre ve Marinetti. Bir acayip sofra, bir tuhaf şölen.

Filozoflarla veya felsefeyle bulaşanlarla aynı masaya oturmak riskli. Çünkü o masa ya hazzın doruklarında gezineceğiniz ya da kör bıçakla herkesin birbirine gireceği bir yere dönüşebilir. Ama denemeye değer doğrusu.

“Mutfağın felsefesi olur mu?” demeyin, felsefe her yere sızar; mutfağa da mideye de. Foucault, “yaşama sanatı” dediği beslenmeyi, kişinin bedenini “doğru, gerekli ve yeterli kuşkuyu duyan özne biçiminde inşa etme biçemi” diye niteler. Eh, öyle olunca Kiniklerin ağa babası Diogenes’in çiğ ahtapota dadanmasına şaşmamalı. Çünkü doğal düzen, başka her türlü düzenden üstün onun için. Yapaylık dışlanıp “ilksel yabanıllığa geri dönme” istenci, Diogenes’in önünde neden çiğ ahtapot durduğunu açıklıyor.

Uygarlığın simgesi ve Prometheus’un başına dert açan ateşin reddi, Kinik Diogenes’i doğal beslenmenin kollarına bırakır. Ne de olsa Kinik beslenmesinin (ve dünya görüşünün) temeli, “insanın kendi gereksinimlerini doğanınkilerle sınırlaması” üstüne kurulu. Yapaylığın yadsınmasının ve doğaya dönüşün simgesi, herhalde en iyi biçimde Diogenes’in çiğ ahtapotuyla anlatılabilirdi.

Rousseau da az buçuk Diogenes’in kabından yer, bedensel ihtiyaçların ötesine geçişe şüpheyle bakar. Yani ihtiyaç fazlası, Rousseau için tehlike çanlarının çalması demektir. Doğal yaşamın ya da beslenmenin uygarlıkla beraber bozulduğu bir gerçek; Rousseau’ya göre çetin ve uzlaşmaz doğanın dilini anlamak zordu ama bunu başarmak da bir erdemdi. Onfray’in Rousseau’yu sofraya oturtması boşuna değil, çünkü onun da beslenişiyle dünya görüşü arasında koşutluk var. Onfray, onun söyleminden damıttığı görüşle; “gereğinden fazlasına sahip olma arzusu eşitsizliği doğurur” sözüyle konuya açıklık getiriyor. Belki de bu nedenle Rousseau, süt ürünleri ve sebzeyi masasına istiyor.

“KENDİ YARATILIŞINA HÂKİM OL”
Her gün aynı saatte aynı yerde yemek yiyen, hemen herkesin saatini onun geçişine göre ayarladığı sert filozof Kant’ın şölen sofrasında ne amaçla bulunduğunu sorabilir okur. Lezzetsiz, kuru ve keyifsiz bir yemekle eşleştirilebilir Kant.

Karmaşık mutfaktan hoşlanmayan, yumuşak eti seven, şarabın kalitelisine yönelen Kant’ın, beğendiği yemeğin tarifini hemen aldığını aktarıyor Onfray. Yediği ve içtiği her şeyi ayrıştıran, üstüne düşünüp analizler yapan Kant, sofrada bir gözlemci adeta. Onun olduğu yerde yargılar öne çıkıyor. “Aşırıya kaçmama” eğilimi devreye giriyor, oburluğa ve sarhoşluğa ket vurmaya yöneliyor. Onun derdi bilgiyle sarhoş olmak. Onfray, Kant’ın “kendine hâkim olma” dürtüsünü, yine onun sözüyle bize duyuruyor: “Kendi yaratılışına hâkim ol, yoksa o sana hâkim olur.” Bu sözden anlaşılacağı üzere, onunki bir beden bilgeliği.

Seksen yıllık diyeti, Kant’a ömrünün son günlerinde şöyle yazdırır: “İnsan yaşamını uzatma sanatı, yaşayanlar arasında yalnızca hoş görülen kişiler haline getiriyor bizi sonunda; bununsa, insanı en çok sevindirecek durum olmadığı kesin.”

Şair Fourier ise isteklerin özgür bırakılmasını, düşselliğin gerçekliği dilediği yöne çekişine izin verilmesini ve kişinin kendi arzularını tek gerçek kabul etmesini destekler, beri yandan da uyumdan söz açar ve bu uyum için gastronominin biçilmiş kaftan olduğuna inanır. Ne de olsa Fourier, ütopyanın şairidir.

Gastronomi, genel doymak bilmezliği çekip çevirecek bir kurtarıcı onun için. Onfray, Fourier’nin “yemek felsefecilerini” düzeni sağlamada önemli görevler üstleneceğini bildirdiğini söyler. Fourier’e göre yemek felsefecileri, “her bireyin yardımsever hekimi olacak, haz yoluyla kişilerin sağlığını korumasını sağlayacaktır.” Yemekler, onlar aracılığıyla bireylerin bedensel özellikleri dikkate alınarak akıllıca uyarlanmaya çalışılır.

Onfray’in söylediklerine bakılırsa, Fourier’nin gözünde gastronomi, beslenmeyle bilgeliğin, ışık ve toplumsal düzenin birbiriyle uyumlu olmasını sağlayan temel bilime dönüşür. Dolayısıyla Fourier’nin minik börek takıntısıyla gün yüzüne çıkan “güzel tatlar” yakalama isteği, gastronomi ve yemek felsefecilerinin de başat çabası. Bu yolla “en sıradan yemek bile, her çeşidiyle kusursuz hale getirilmek” istenir. Serde şairlik bulununca Fourier’nin, yiyecekleri simgesel bir retoriğin içinde sınıflandırması tuhaf karşılanmamalı. Bu nedenle, mesela dut ve böğürtlen, Fourier tarafından lirik söylemle birleştirilip basit ve saf ahlakın simgesine dönüştürülür.

YİTİRİLEN ZAMANI YAKALAMA
“İnsanın kendi yaşamının şairi olması gerektiğini” savunan Nietzsche, içine döner; arınmanın yandaşlığına soyunur. Beden için en uygun olanı kavramak da besinini kişinin kendisinin seçmesi de bu arınmanın önemli ayaklarından. Nietzsche’ye göre “sofranın zenginliği, gösteriş yapma isteğiyle” açıklanabilir ancak. Onfray, Nietzsche’nin sofrayı “zenginliğin dışavurumu” diye nitelediğini söyler. Onfray’in satırlarından Nietzsche’nin bir beslenme uzmanı gibi davrandığı açıkça görülüyor. Onun temel yargısı “insanın midesinin çapını tanıması” üstüne.

Şölen sofrasındaki bir başka isim Marinetti. Onun derdi ise “yemek yiyen herkesin sanat yapıtı yiyormuş duygusuna kapılmasını sağlamak.” Düzenleyici sanat Marinetti için sofraya da hâkimdir ve böylesine bir sanatın masadaki işlevi “insanı yemek yeme isteğine hazırlamak”tır. Kısacası Onfray’in de dediği gibi Marinetti, sofrada tüm duyuları etkin bir rol oynamaya çağırır.

Marinetti’nin bütün duyuları hareketlendirme önerisi Sartre’da deniz kabukluları söz konusu olduğunda fazla işlerlik kazanır; ona göre kabuklular, doğal görüntüleri nedeniyle yenilesi şeyler değildir. Kabukluları yemek, onların doğallığını bozmak anlamına gelir.

Sağlıksız bedeni Sartre’ın yeme alışkanlığını da etkiler. Olur olmadık zamanlarda yemek yiyen, bazen iki gün aç kalan bir adam var karşımızda. Kısacası Sartre, “hasta, bozulmuş veya kokuşmuş et” dediği bedenini hor görür. Sanrılarını “süsleyen” deniz kabukluları da, yiyip içtikleri ya da tam tersi yemedikleriyle bedenine etmediğini bırakmayan Sartre kadar acımasız.
Onfray’in de aktardığı gibi Sartre, yıllar sonra kendini şöyle tanımlar: “Bir adam görünüşünü ansızın kaybettim; bu insansal salondan bir yengecin kıçın kıçın çıktığını gördüler. Maskesi düşmüş yabancı kaçtı artık, oyun devam ediyor.”

Kim ne yediyse yedi ya da yemedi, filozofların ardında kalanlar masanın üzerinde vızıldayıp duruyor. Şölen sofrasında kısa sessizlikler geziniyor. Notlar, söylevler, atışmalar, tavsiye ve görüşler günü tıka basa doldurdu.

Şölenin hiçbir filozofu kimseyi ne zenginliğe ne de mutlak yoksunluğa çağırdı. Onfray’in deyişiyle “yitirilen zamanı yakalama güdüsü” vardı masada. Bazen de her şeyi olduğu gibi bırakma. Ama şu da bir gerçek, boş mideyle felsefe yapılmıyor. O halde önce masaya buyurun.

Filozofların Karnı/ Michel Onfray/ Çeviren: Aykut Derman/ Can Yayınları/ 158 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 02.12.2010

Hiç yorum yok: