13 Ekim 2011 Perşembe

ALLENDE’NİN KAHRAMANLARI (*)
Ali BULUNMAZ

“Başkalarının rüyalarını dinlemekten daha sıkıcı bir şey olamaz; zaten bu yüzden psikologlar çok para alır ya. Oysa bizim açımızdan rüyalar son derece önemlidir, çünkü gerçekleri anlamamıza ve ruhun karanlık mağaralarında gömülü olan şeyleri gün ışığına çıkarmamıza yardımcı olur.”

“Hayat, haritasız yürürken kendiliğinden oluşur, geri dönmeye de imkân yoktur.”
Isabel Allende

Allende soyadını duyan hemen herkesin zihninde, umudun yanında bir burukluk doğar. Şili’nin “cici” diktatörü Pinochet’nin iktidara oturtulduğu 11 Eylül 1973 günü kanlı biçimde görevine son verilen Salvador Allende’nin ölümünden birkaç dakika önceki fotoğrafı belleklerde acı bir hatıra.

Üstüne üstlük taze bir tartışma sürüyor: Salvador Allende intihar mı etti, yoksa dönemin güdümlü Şili ordusu ya da Pinochet’nin piyonlarınca öldürüldü mü? Aile, Allende’nin 11 Eylül günü Başkanlık Sarayı’nda cinayete kurban gittiğini düşündüğünden, yakın zamanda mezarı açtırarak yeni bir inceleme başlatılmasına öncülük etti.

Amcası Salvador’un iktidardan indirildiği zaman otuzlu yaşlarını süren ve Şili tarihinin en umut dolu ve dramatik anlarını yakından izleyen Isabel Allende, kitaplarında bir şekilde bu döneme yer verdi. Günlerin Getirdiği’ne, hem Şili’nin hem de Isabel Allende’nin yaşadıklarının (veya başına gelenlerin) satırlara dökülmüş hali de diyebiliriz.

TÜNELİN UCUNDAKİ IŞIK: YAZI
Allende’nin yüzleştiği pek çok gerçek içinde belki de ona en çok acı verip en fazla şey öğreteni kızı Paula’nın ölümü. Zaten Günlerin Getirdiği, tam da oradan başlıyor. Yaşamının altüst oluşuna belli bir biçimde direnen, “sonsuz düzen”in hoyratlığını kavrayıp her şeye yeniden başlamaya “alışan” bir yazar var önümüzde. Yazarlığının bile bazı anlarda yetersiz kaldığı siyahlara bürünmüş Allende, çıkış yolunu yazmada buluyor. Doğumun, ölümün ve yaşamın akıp gidişiyle; gelen, terk eden ve hayatını sürdürmeye uğraşan insanlar yürüyüp geçiyor yanımızdan. Aynı şekilde Allende’nin hayata bakışı da:

“Benim için her şey kişiseldir, çok az tanıdığım insanlar da dahil olmak üzere başkalarının duygularından kendimi sorumlu hissederim, hayatın adaletsiz olduğunu bir türlü kabul edemediğim için de altmış küsur yıldır hayal kırıklığı yaşıyorum.”

Kitapta kendi hayatı, yazdıkları ve Paula’nın yaşamından parçaları paralel biçimde sunan Allende, aslında tüm satırlarda 6 Aralık 1992 günü kaybettiği kızına sesleniyor; adeta bugünden geçmişe uzanan anlatımlarla, onu anarken çekirdek ailenin geri kalanını bize tanıtıyor.

Kimi zaman tartıştığı, hatta bu tartışmaların kültür çatışmasına dönüştüğü eşi Willie; kendisine benzetmekte zorlandığı oğlu Nico; gelini Celia; Paula’nın kocası Ernesto ve elbette ufaklıklar… Allende tüm bu isimlerin yer aldığı kitabı nasıl ortaya çıkardığını şu cümleyle özetliyor: “Aile içindeki melodram sürüp gitti, yoksa yazmak için ne halt bulurdum?”

HEM AYRI HEM DE YAN YANA
Burada Willie’ye bir küçük mim koyalım: Kocasıyla ilişkisini, özellikle olgunluk yıllarında “büyük bir nimet” olarak niteleyen Allende, yoluna yalnız devam etmeyi düşündüğü zamanlarda hep geriye dönüp beraberce atlattıkları şeyleri düşünür. “Buyurgan”, “bağımsız” ve “klan halinde” yaşamayı seven Allende’ye göre “insanları kırılgan yapan şeyin ortaya çıkan gerçekler değil, saklanan sırlar olduğuna inanan” Willie, eşi için ödün vererek kendi hayatında değişiklikler yapan biri:

“Tanıştığımızda çok az ortak yanımız vardı, çok farklı çevrelerden gelmiştik, anlaşabilmek için yeni bir dil (Espanglish) uydurmamız gerekmişti. Geçmişimiz, kültürümüz ve âdetlerimiz bizi ayırıyordu, yapay olarak birbirine bağlı bir ailenin içindeki çocukların kaçınılmaz sonları da öyle. Ama aşk için gerekli olan yeri dirsek darbeleriyle açmayı başardık.”

Hep yirmi sekiz yaşında kalacak Paula’nın ardından Allende hiçbir şeyden korkmayacağını sanır ama bunda ne kadar yanıldığını da yavaş yavaş anlar: “Bir keresinde demiştim ki -ya da bunu bir yerde yazmıştım-, senin ölümünden sonra hiçbir şeyden korkmuyordum ama hiç de öyle değil Paula. Sevdiklerimi kaybetmekten ya da onların acı çektiğini görmekten korkuyorum, yaşlılığın getireceği yıpranmadan korkuyorum, dünyada git gide artan yoksulluktan, şiddetten ve yozlaşmadan korkuyorum. Sensiz geçirdiğim bütün bu yıllar içinde hüznü yönetmeyi, onu kendime can yoldaşı yapmayı öğrendim (…) Hayale kapılmıyorum, kesin bir kurtuluşa, gerçek bir merhamet duygusuna ya da azizlerinki gibi bir esrimeye hiçbir zaman erişemeyeceğim, gördüğüm kadarıyla bende azizelikten eser yok ama kırıntıları da kendime hedef edinebilirim: Daha az bağımlılık, başkalarına karşı birazcık sevgi, temiz bir vicdanın vereceği neşe.”

“Yazmak için ve yazdıklarıyla yaşayan” birinin, yıllardan sonra olgunlukla ve tamamen içinden geldiği gibi; allayıp pullamadan dilinden dökülen laflar bunlar.

İNSANLAR, YOLCULUKLAR
Hindistan gezisi ve gelini Celia’nın biseksüel olduğunu keşfetmesiyle Allende’nin daha da hareketlenen yaşamı fırtınaya tutulmuş bir gemiye benziyor. Allende’nin, fırtınada sallanan ailesini sık sık “klan” diye nitelediğine rastlıyoruz. Hatta kızının kaybı ve gelinin eşcinsel olduğunu anlaması ve oğluyla ayrılmasının ardından klanın başına bir de “hırpalanmış” sözcüğünü ekliyor. Tabii bu arada hep Paula’nın sesini duyuyoruz; bir yerden çıkıp geliyor, sanki kenarda köşede kendisinden sonra olup bitenleri izleyip yorumluyor.

“Klan”ın buluta girip çıktığı günlerde, Allende’nin aklına da yaşlılık düşüncesi çörekleniyor: “Yaşlılığın en korkulacak yanı yalnızlık değil, bağımlılık. Son yıllarımı oğlumla torunlarımın yanında geçirmek pek fena bir şey olmasa da düşkünlüğümle onları rahatsız etmek istemem. Seksen yaşım için bir öncelikler listesi yaptım: Sağlık, ekonomik olanaklar, aile, köpeğim, hikâyeler. Bunlardan ilk ikisi, nasıl ve nerede yaşayacağıma karar vermeme olanak sağlayacak, üçüncüsü ve dördüncüsü bana eşlik edecek; hikâyeler de, kimsenin başına bela olmadan sessizce kendimi meşgul etmeme imkân verecek.”

Allende’nin kitapta anlattıklarına bakılırsa günler, kitaplar ve insan ilişkilerinin girdabıyla kaynaşıp çoğu zaman geriye olmakla beraber yolculukları getiriyor. Yaşamın karmaşıklığından kurtulmayı istemenin ötesinde daha ağırlıklı biçimde onu anlamaya dönük bir istek söz konusu. Bu çaba, kimi dönemlerde Allende’yi yorsa da yazı ona çıkış yolunu hep gösteriyor. Hatta bu eylem için kendince bir tanımı bile var: “Yazmak hokkabazlık gibi bir şey; şapkanın içinden tavşanlar çıkarmak yetmez, bunu zarafetle ve inandırıcı bir şekilde yapmak gerekir.”

“Hayal gücünü çalıştırmaktan öte gerçeklere yaklaşmanın ağır bastığı” satırlar oluşurken Allende yalnızca ailesini anlatmıyor: Arada gençlik yıllarındaki Şili’ye, sonra oradan zorunluluk nedeniyle göçtüğü Venezuela’ya, yaşadığı ABD’ye ve seyahat ettiği pek çok yerin ardından dönüp dolaşıp masasına gelişine dokunuyor.

Kâğıda kaleme yanaştığındaysa kendi deyimiyle, hem “belleğinin sert toprağını sürüyor” hem de ona fazla güvenmediğinden “ailesini sorguya çekiyor.” Peşinden, “suların yavaş yavaş durulup balçığın dibe oturması ve geriye berraklığın kalması için” bekleyiş geliyor. Allende’nin bu çırpınışı, anlatıcı olarak her şeyi; kitaba alacağı ayrıntıları düzene koyma isteğinin göstergesi. Yani, “olayları unutup gerçekler üzerine odaklanma” gayreti.

Böyle bakıldığında, kitapta roman izlenimi veren kurgusallığın olmadığını fark ediyoruz. Zaten Allende de metinde bunu birkaç yerde vurguluyor. Günlerin Getirdiği’nde, bir yazar ve hemen yanı başındaki ailesinin tamamen gerçek yaşam öyküsü var. Allende’nin bize duyurduğu isimler de yıllarını beraber geçirdiği kahramanları…

Günlerin Getirdiği/ Isabel Allende/ Çeviren: İnci Kut/ Can Yayınları/ 436 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 06.10.2011

Hiç yorum yok: