26 Eylül 2009 Cumartesi

BİRBİRİNE KARIŞAN GECEYLE GÜN (*)
ALİ BULUNMAZ

Uykusuzluğu nasıl tanımlamalı, ne şekilde nitelemeli? Bu bir hastalık mı yoksa kaçıklık hali mi? Yaratıcılığı besleyen bir durum ya da sözcükleri ve yaşamı eğip büken bir rahatsızlık mı? Bunların hepsi tanımın bir parçası olabilir.

Uykusuzluğun kazandırıp kaybettirdiklerini değerlendirirken pek çok şeyi bir arada düşünmeli: Edebiyat, bilim, sanat, tıp, kültür... Uykusuzluk, tüm alanlar göz önüne alındığında ne anlama geliyor? Bu soru, hem başlangıç hem de sonuç için büyük önem taşıyor.

DÖNEM DÖNEM UYANIK KALMA
Tıp bağlamında uykusuzluğun düzayak bir anlatımı var: Uyku halini sürdürememe durumu. Günümüzde insan, durmaksızın çalışmaya zorlanıyor; bu da onun dinlenme ve dolayısıyla uyku zamanını elinden alıyor.

Bugün insan, uykudan yanlış anlamlar çıkarmasının yanında onu değersizleştiriyor da. Kimilerince uykunun “zamanı boşa harcamak” olarak algılanışı bu değersizleştirmeye örnek gösterilebilir. Peki, yine sormak gerekirse “Uykusuzluk, insanın dünyayla maddi ilişkisinde ısrar etmesi olabilir mi?” Charles Simic'in dediği gibi uyumak “çivili yatakta yatmak” mıdır acaba?
Zamanın bireysel şekilde sahiplenilmesi yeni sayılır. Bu nedenle, günümüzdeki uykusuzluğu Antik dönemde görmek olanaklı değil. Antik dönemde tanrılar, savaşlar, açlık, gürültü gibi etkenler yüzünden insanları uyandırıyordu. Bu, çift taraflı bir eylemdi: İnsanlar da hızla çoğaldıklarından tanrıları rahatsız ediyordu. Zeus'un çaktırdığı şimşek, Gılgamış'ın hep tetikte bekleyişi buna örnek.

O devrin hekimleri, insanların uykusuzluğu üzerine kafa yorar ve bunu hep bir başka şeyin yan ürünü biçiminde adlandırırdı. Bunun yanında gece, stratejilerin belirlendiği bir zaman dilimi sayıldığından, uykusuzluğu tetikleyebiliyordu.

Antik dünyada gün, geceden yola çıkılarak sayılırdı; çünkü farklı evreleri olan Güneş değil Ay'dı. Gece, güçlerle dolu bir evre olduğundan Antik dünyanın uykusuzluğunu kavramak da zorlaşıyordu. Çünkü uyku bu durumda “doğal bir hak değil; gecenin izin verip vermeyeceği bir şeydi” (s. 19). Antik dünyada uykusuzluk, tam anlamıyla “görülen karanlık veya tedirgin edici rüya” demekti.

Yakındoğu geleneklerinde uyku, ölüm ve manevi bilinçten yoksunluk hep bir arada düşünülürdü; Gılgamış'ın ölümsüzlük hali de bu noktada enikonu dile getirilirdi. Ölümlü olduğunu bilmemek, uyumaya gerek duymamak anlamına da geliyordu.

Homeros, İlyada'da savaşın, uyanıklık halini zorunlu kıldığından bahseder. Ama bu anlayış, fiziksel ve manevi bakımdan hazır olmanın işareti sayılabileceği gibi savunmasızlığı ve kuşatılmayı da imleyebilir. Antik dünyanın efsane ve destanlarında, uykusuzluk ve yol açtıklarına ilişkin anlatımlar farklıdır: Uykusuzluğun nedeni aşk acısı olabileceği gibi bir düşünme ya da okuryazarlık hali de olabilir. Eski Yunan'daki “gece okuryazarlığı”, onların karanlıkla başa çıkmasını sağlarken, insanın kendisine dair ne az şey bildiğini de gösterir.

Ortaçağ'da, Avrupa'da gece, bir bakıma nöbet demekti. Bu süre, gecenin bir bölümünü (örneğin en az bir saati) ayakta geçirmekti. Kundaklama, siyasal komplo ve hırsızlık, dönemin en önemli korkularıydı. Ortaçağ'ın uykusuzluk nedenlerinin en önemlilerinden biri de dindi. Geceleri başlayan ibadet seansları uykuyu unuttururcasına gerçekleşiyordu.

Hint ve İran destanlarında gece ve uykusuzluğun, aşka dair imgelerle eşleştirilmesi boşuna değil. Gecenin karanlığını kucaklamak, aşk için emek vermek ve kaygı duymakla bir tutuluyor; sevgiliye duyulan heyecan veya sevgili yoksunluğu, gecelerin uzayıp gidişine yol açıyordu.

Öte taraftan uyuyamama, “düşlerden kaynaklanan malzemede eksiklik olması anlamına da gelirdi” (s. 59). Yaratıcılığı körelttiği düşünülen uykusuzluk, yine Ortaçağ'da Şeytan'ın belirleyici özelliği olarak kabul edilmişti.

Shakespeare, “huzursuz uyku”yu sezdirdiği Caesar ve Macbeth tragedyalarında, “cinayetin hemen öncesinde ya da sonrasındaki uykusuzluğu” gözler önüne serer (s. 72). Buradan bakıldığında, Shakespeare örneğinden yola çıkılırsa, uykusuzluğun Rönesans tiyatro yazarları için genelde elverişli bir malzeme olduğu görülür.

“BEYİN ASLA UYUMAZ”
Bilindiği üzere, uykusuzluk ve kaygı birbirinden beslenen iki olgu. Uykunun gerekliliği yoğun kaygıyı ortaya çıkarabilir ve uyuma halini öteleyebilir. Kaygıya karşı koymaya çabalayan insan, onu güçlendirebilir de. Ticari kaygı da bunlardan biri.

Gelişen Avrupa modernitesiyle at başı giden ticari hızlanış ve üretim, hem sömüreni hem de sömürgeyi daha fazla çalışmaya itti. Para ve malın dolaşım alanı genişleyip bireyin çalışma koşulları ağırlaştıkça kaygı da arttı. “Beyin asla uyumaz” deyişi de, bu günlerde kök salmaya başlamıştı.

Aynı dönemde, kişinin geç kalkmamak için kendini uyumaya zorlaması uykusuzluklarla sonuçlandı. Diğer taraftan uykuyla mücadele eden insan insan tipinin ortaya çıkışı da 18. yüzyıldır. Depresyonun veya can sıkıntısının yol açtığı uykusuzluk tanıları da yine bu dönemde konur. Uykusuzluk artık bir “yaşantı” haline gelir (s. 104). Boswell, yoğun çalışmadan doğan kuşkudan kaçma durumunu “sürekli tetikte olma” diye adlandırır. Değişen şehir yaşantısının sonuçlarıdır bunlar.

Leon Zolbrod ise uykusuzluğa daha edebi biçimde yaklaşır: “Uykusuzluk, geçmişin geleceğe dönüştüğü gece vakti nasıl uykuya dalınacağını bilmemenin getirdiği çifte karanlıktır. Bu, aklın işleyişini ayakta tutan karanlığın ete kemiğe bürünüşüdür” (s. 111).

Uykusuzluğu idealleştirmek, bilinçle çizilen sınırın kaybolması anlamına gelir. Uyunmayan bir gecenin ertesinde, sınırlar da yitip gidebilir. Korku ve kaygı katmerlenir. Uykunun, “insanın bilincin ötesinde uzanan dünyadan bilinç yoluyla ayrılmadığı tek zaman” (s. 120) olduğu düşünülürse, ne denli önemli işlevler üstlendiği de hemen kavranabilir.

19. yüzyılda, hekimlerden bazıları uykusuzluğu beynin hastalıklı hallerine bağlamıştı. Gece uykusuzluğunun yerini, gündüz uykularının aldığı vakalarda ise bunun akli dengeyi yitirmek biçiminde adlandırıldığı da görüldü.

Birinci Dünya Savaşı sırasında, İngiliz ordusunda baş gösteren çökkünlüğün temel nedeni uykusuzluktu. Uzun süren bu durum, sinirlerin aşırı yıpranmasına yol açıyordu. “Uygarlığı korumak” adına savaşan askerler, savaş hattındaki bir maddeye dönüşürken, başa çıkılmaz hale gelen korkular uykuyu engelliyordu.

KURMACA VE GERÇEK ARASINDA
18. yüzyılda geç yatıp geç kalkmak, sosyal konumun belirleyicisiydi. Kişi ne kadar geç yatıyor ve güne ne kadar geç başlıyorsa “sınıfsal açıdan yükseklerde” demekti (s. 145). Şehirleşme, endüstriyel atılım ve üretimin hızlanması uykusuzluğun “nedeni belli olmayan boşa zaman geçirme” diye isimlendirilmesine yol açtı. İşçinin “verimini” ya da “üretkenliğini” arttırmak üzere geliştirilen gözlem teknikleri de uykusuzluğu pekiştirdi; saat veya çan çaldığında, işçi umutsuzluğa itilirdi. Modern şehrin insanının ışık tutkusu, aynı zamanda onu uykusuz kıldı. Bir başka deyişle uyku, kendini geri çekti; kişiyi gerçek ve kurmaca arasında gerilimli biçimde yalnız bıraktı.

Bugün iletişim çağında yaşıyoruz; iletişmek, insanları daha uyanık kılıyor doğal olarak. Bağlantı kurdukça, bağlantılı düşünme güçlerine daha sıkı sarılıyor insan. Kısacası Bremner'in “kablolu toplum” adlandırması, aynı zamanda uykusuzluğun tedirgin edici kimliğini açık eden bir niteleme. Beri yandan yeni ekonominin neliğini ortaya koyan bir tanımlama ve zihin yorgunluğunun belirleyicisi.

Uykusuzluk ve zihin yorgunluğu, bugün üzerinde öyle fazla durulmaması gereken ya da önemsiz bir şeymiş gibi sunuluyor. Çünkü bunları “giderecek” imkânlar fazla. Bunlara yol açan iş yükü de, insana “özgürlük getirdiği” sürece herhangi bir sorun yok (s. 181). Yaşamı sadece “pek çok şey yapma” olarak algılamak, uykusuzluğu normalleştiriyor. Bu durumda uyku hapı reçeteleri de aynı derecede “olağanlaşıyor.” İşleyiş belli: Uykusuzluk, depresyon veya buna benzer başka rahatsızlıklar yarat, sonra da bunların “tedavisi” için kârlı teknikler ve ilaçlar geliştir; nihayet, insanları bunlara bağımlı hale getir!

Bremner'ın de vurguladığı gibi “uykusuzluk, dünyayı kendi varlığımızı bütünüyle içerecek şekilde inceleyemeyeceğimizi gösterir” (s. 195). Sürekli uykusuzluk çeken biri için zinde uyanmak bile büyük bir olay. Zamanı denetlemekten bir süre için kurtulmak, yani uyumak, insan adına önemli bir kazanım.

Tüm bilimsel tanımlamaların ötesinde uykusuzluk, bunu ortadan kaldırarak insanda kaygıya neden oluyor. Söz konusu kaygı, kablolu, bağlantılı ve insanlık-dışı bir “insanın” belirmesine zemin hazırlıyor.

Uykusuzluk/ Eluned Summers-Bremner/ Çeviren: Kemal Atakay/ Yapı Kredi Yayınları/ 206 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 24.09.2009

Hiç yorum yok: