21 Eylül 2009 Pazartesi

GÖKYÜZÜNE ZİNCİRLENEN İNSAN (*)
ALİ BULUNMAZ

“Din eleştirisinin sonunda varacağı yer, insanın insan için yüce bir varlık olduğu doktrinidir; keza insanın değersiz, köleleştirilmiş, terk edilmiş, aşağılık bir varlık olduğu durum bütün toplumsal ilişkileri yıkma yönündeki kesin buyruğa varır.”
Karl Marks


Din, bilgiden çok inanışlara ilişkin bir var olan. Buna kimsenin itirazı yok. Ama bugün din ve inanışlara dair doğru bilgiye erişimde yeterince sağlıklı kaynak bulunmadığı da kabul edilmeli. Bilgi olan-olmayan sorunsalı burada da kendini gösteriyor.

Çoğunlukla kişisel kanaatler veya kimi “inanç” gruplarının (cemaatlerin) istek ve amaçları din biçiminde sunuluyor. Dolayısıyla dogmalar, kanaatler ve kanılar kolaylıkla doğruymuş gibi kabullenilebiliyor.

İnsanın kolay yolu seçme alışkanlığı (inanma, doğruluğuna bakmadan benimseme) kendini neredeyse en çok dinde gösteriyor. Belki de bu nedenle “din” adına kıyımlar sürüyor. Yine belki bu yüzden, “din” ya da “inanışlar” rahatlıkla pazarlanıyor; işgaller, öldürümler ve inanç tacirliği yoluna devam ediyor. Bu sorgulanırken, şu ikircikli durum da gözden kaçmamalı: Din eşittir terör ifadesi ne kadar tartışmalıysa; din eşittir ahlak, erdem ve vicdan formülü de aynı derecede sorgulanmalı.

O halde din ne menem bir şey? Raoul Vaneigem, ekonominin insanı yaşamdan koparmasından doğan güçsüzlüğün, onu “ilahi kudrete” yönelttiğini düşünüyor.

YERYÜZÜNDEN SİLİNİŞ
Vaneigem, çalışma zorunluluğundan doğan sistemde yaratıcılığın köreldiğini, bununla beraber “inançların” insanı “rahatlatan” ve “yönlendiren” yapısını gündeme getirir. Eleştirisinin kökeninde dinleri kötülemenin yatmadığını, bunun “din” adına barbarlaşanlara hak vermek anlamına geleceğini hemen başta söyler. “İnanç” veya “din” adı altında sömürünün üst düzeye çıktığını ifade eden Vaneigem, yaşamaya ilişkin özlemin her zaman öncellenmesi gerektiğine dikkat çeker.

Dinler tarafından “suçlu” gösterilen insanın “zayıflığı” onun doğası mıdır aynı zamanda? Vaneigem'e göre hayır. Ama dinin doğuşundan ve ekonominin tek belirleyici olduğu günden bu yana, insan hayli güçsüzleşti ve en sonunda ekonominin sunduklarıyla yaşamını kurban etti.

Toprağın işlenmesiyle baş gösteren insanın insanı sömürüsü, onun kendini değiştirme çabasını öteleyerek, yeryüzünü değiştirme edimine doğru evrildi; ardından insan, kâr ve iktidar savaşlarına yöneldi.

Yaşadığı bolluğun içinde ve paylaşım mücadelesinin bir yerinde, hayatını sürdürdüğü mekânlara benzer “cennet” imgeleri tasarlayan insan türdeşini, dünyevi yaşam karşısında korku ve nefret aşılayan dinle tanıştırdı. Bir bakıma doğadan kopuş, inanın insanlığından da ayrılışını tetikledi. Benlikten ve dünyadan haz alma “suça” dönüştü. İnsan dinle beraber ritüelleştirmeye daha da merak saldı.

Vaneigem, dinin insana “katkısının” en çok uyum konusunda ortaya çıktığını vurgular (s. 26). Hayvandaki uyum yetisinin büyük bir özen ve dikkatle insana uyarlanışına atıf yapar. Dinin yardımıyla “insanlığından söküp alınan insan, kendini dünyevi bir toplumsal sözleşmeyle gökyüzüne zincirler” (s. 28); bir başka deyişle, kendi kendinin güçsüz ve zayıf olduğuna inanmayı seçer. Beri taraftan bu yolla, sömürü gerçeğinin altını da kalın biçimde çizer. Çalışmayla beliren cennetten kovulma, düşüş ve düşkünlük de tüm bu olup bitene ustaca eşlik eder.

“ÖTE TARAF”
Çalışma, insanı “homo economicus” (ekonomileşmiş insan)'a dönüştürür. Böyle biri de, yanında yöresinde ne varsa (dişi, çocuk, hayvan...) hepsini ekonomileştirmeye yönelir. Sonuçta bu eylem, hem kâr hem de iktidar elde etme edimine dönüşür.

Kâr ve iktidar, çalışmayı yönetir. Aynı zamanda insanın kendisinden ve dünyadan haz almasını engeller. İşte böylesine bir ortamda, din de söz konusu engellemeyi kutsar, çünkü “tanrılar' bu din sayesinde mutsuzluğun hüküm sürmesini sağlar ve bu acıyı dindirmenin gücünü elinde tutar” (s. 35).

Dinin kendi cemaatinin de bir tür ayakta kalma ile kâr ve güç isteği olduğu söylenebilir mi? Hatta belki bunun da ötesi: Ritüellerle beraber yürüyen otorite anlayışı, zorlayıcı işlev ve suçluluk duygusunun kabul ettirilişi. Doğal biçimde din, bu yollarla en ufak davranışları bile denetlemeye yönelir ve kurduğu suçluluk duygusu mitiyle bağımlılığı arttırır Vaneigem'e göre. Tanrısal itaat kaygısıyla, benliğin günah işleme korkusuna itilmesi amaçlanır.

Bilgiden uzaklaşan ya da bilgiyi tekeline alan efendilere boyun eğmeye koyulan insan giderek sorgulayıcılığını kaybetti. Vaneigem'in ifadesiyle “insan meraklarını yitirdikçe tanrılara itaati arttı ve karanlıkçılık yaygınlaştı. Aydınlığı yaratan şey, bilinçlerin karanlığa gömülmesinin hizmetine girdi” (s. 45).

Tanrılara itaat etme “sevgiyi”, “saygıyı” ve öte taraftan onlardan duyulan korkuyu gösterme amacıyla kurban verme ritüelini de esintisine kattı. Vaneigem, kendilerine kurbanlar sunulan bu tanrının ya da tanrıların, aslında “insanın ekonomiye kurban edilmesini onaylamaktan başka bir iş yapmaz”; dolayısıyla gerçekte “insanı, insanî geleceğinin zararına yöneten ekonominin tininden başka bir tin de yoktur hiçbir yerde” (s. 58). Genel olarak söylemek gerekirse, ekonomik buyruklara itaat eden beden, kendinden ve dünyadan zevk almayı onaylamaz. Sonunda tinin, göğün, efendinin ve elbette devletin gücü başlar.

Günah “evrenselse”, tövbekârlar da kârlı bir sisteme göre bunun bedelini ödemenin bir yolunu bulmaya çabalar. Roma İmparatorluğu'nun ekonomik yayılışı en çok Katolikliğin işine gelmiştir örneğin. Katoliklik, imparatorluğun hemen her noktasına kendi görüşlerine din dışı ögeleri de katarak yayılmıştır. Günahlarının karşılığı para (bağış vergisi) ödemeyi seçen kitleler yaratan Katoliklik, “geleceğin kitlesel tüketim anlayışının da haberciliğini üstlenir” o dönem ve “taksitle cennet satan ilk reklam bürosu olur” (s. 80). “Cennet” anlatımı ya da metaforunun altında aziz ve adillerin çağının açılacağı bir “öte dünya” fikri yatar. “Bugün gülenin yarın ağlayacağı” düşüncesi, güzel ve mutlu günleri “öte tarafa” havale eder.

BIRAKINIZ YIKSINLAR!
Ticari yayılma ve sanayi toplumu, kişiye yapay özgürlükler sunarken din, bu dönemde kendini var eden ve din adamlarının bekçiliğini üstlendiği mitleri yaşatma kaygısına düşer. Ancak mit, “kutsallığını” yitirip gösteri haline gelince “dünyevi ekonomi, artık bir işe yaramadığında göksel ekonomiyi azleder” (s. 92).

Vaneigem'in burada getirdiği yorum dikkate değer. Ona göre “paranın her şey olduğu yerde insan bir hiçe dönüşür; din de tam da bu anda, kiliselerin harabeleri üzerinde ışıldadığında son derece 'saflıkla' özüne kavuşur” (s. 94).

Liberalizmin “sefaleti çözeceğini” iddia eden “bırakın yapsınlar” buyruğu, her geçen gün dinsel anlayışı besleyip büyütüyor. Böylelikle, her ne kadar reddediyor gibi görünse de din, maddi çıkarların önemli bir yöneticisi haline geliyor. Tüm söylemler; “yoksulluk ve merhamet”, “ölüm ve öte dünya”, “günah” ve günahın satın alınması, bir pazar konumuna gelerek “dine kârlı bir alışveriş sağlar” (s. 100).

Vaneigem'e göre insanı sadece çalışmaya indirgeyip, onun yaratıcılığını elinden alan ekonomi son bulunca din de yitip gidecek. Yeryüzündeki hâkimiyetini öldürücü yaşam üzerine inşa eden ve bedeni hapishaneye dönüştüren dinin baskı altına alınması veya ceset tarlası biçimine gelmesi, onu küllerinden doğurur.

İktidarı eline geçirince köktenci olan din, kutsallığı da barbarlığın sığınağı yapıp şöyle diyebilir (ve demiştir de): “Bu adamı öldürebilirsin, çünkü kutsala hakaret etti (...) Çünkü o, bizim gibi düşünmüyor” (s. 111).

Vaneigem'e göre “benlik yıkımının şok dalgası olan tanrılar” aracılığıyla dünya, ölümün peşine takılıp gittiği bir koşu içindeydi. Ama bunun sonuna doğru geliyor insanlık; yeter ki zihninin derinliklerine attığı yaratıcılığını ve sorgulayıcı kimliğini yeniden keşfedebilsin.

Dinin İnsanlıkdışılığına Dair/ Raoul Vaneigem/ Çeviren: Işık Ergüden/ Versus Kitap/ 124 s.

(*) 17.09.2009, Cumhuriyet Kitap

Hiç yorum yok: