4 Eylül 2009 Cuma

FİLOZOF OLMAK İSTİYORSAN ROMANLAR YAZ (*)
ALİ BULUNMAZ

Ağustos’ta fırtınalı gökyüzü, yakıcı esintiler. Kara bulutlar. Oysa doğuda mavi, narin, pırıl pırıl bir şerit. Bu şeride bakmak olanaksız. Varlığı, gözlere ve ruha rahatsızlık veriyor. Bu, güzelliğin çekilmezliğidir. Bizi umutsuzluğa sürüklüyor, oysa bir dakikalık sonsuzluğu tüm zamana yaymak isterdim.”
Albert Camus

Defterler, Camus’yü anlamamız açısından nasıl bir öneme sahip? Bunu, belki de 1935’te not düşülen yukarıdaki satırlardan yola çıkarak yanıtlayabiliriz. Bir roman, oyun, öykü veya herhangi bir yapıt ya da sanatsal yaratı, “an”ı; ortaya koyduğu “an”ları sonsuzluğa taşıdığı için değerli değil mi? Camus’nün yapıtları ve bunların oluşumunu içinde barındıran Defterler de, biraz da bu yüzden değer kazanmıyor mu? “An” dediğimiz, yaşantının küçük ve önemli bir parçası değil mi? “Bir dakikalık sonsuzluğu tüm zamana yaymak, sanatın sonrasız çabasının anlamı ve hedefi, başka ne olabilir ki; başlangıcından günümüze, tüm başyapıtlarda yakalanmış ‘an’lar, yaratıcıları tarafından sonsuzluğa dönüştürülmüş zaman parçacıklarından başka nedir?” (1).

O halde, Camus’nün eserlerini yarattığı, dünyaya bakışını biçimlendirdiği ve yaşamından kesitler veya “an”lar sunduğu dönemin bir kaydı olan Defterler’in dikkat çekiciliği de buradan ileri gelir diyebiliriz. Parça parça tutulmuş notlar, duygulanımlar ve başka yazar ile düşünürlerden alıntılamalardan oluşan Defterler, bir anlamda 1935–1959 arası dönemde Camus’nün baktığı pencerenin önüne gelmemizi sağlar.

CELLÂT MI KURBAN MI?
Camus’nün, zamanının tanığı olduğu; bu tanıklığı eser ve eylemleriyle açığa vurduğu bir gerçek. Defterler de, onun yaratım sürecine ve bir ölçüde hayatına tanıklık etmemize olanak verir. Bu bağlamda Camus’nün “kitap itiraftır, tanıklık etmem için gereklidir” sözünü tamamlayan ise, “yalnızca imgelerle düşünülür; filozof olmak istiyorsan romanlar yaz” öğüdüdür.

Gerçekten de Camus’nün ilk Defterler’inde (Mayıs 1935-Şubat 1942), imgelemine ve yapıtlarına yönelik alıntıları biriktirdiği görülür. Burada, Mutlu Ölüm, Yabancı, Tersi ve Yüzü, Sisifos Söyleni ile diğer pek çok yapıtının taslakları, bu yapıtlarda yer alan kimi karşılıklı konuşmaların kurgulanışı; dolayısıyla, eserlerinin oluşturulmasına ilişkin tanıklık ve Camus’nün, düşünce evrenine hayat verişi göze çarpar.

1935-1942 arasını içeren, Camus’nün yaşamı ve eserleri ile ilgili bilgi sunmasına karşın, onun kişiliğine ilişkin ip uçları edinilmesine olanak tanımayan ilk Defterler, bir büyük savaşın siper siper anlatımı gibi, yapıtlarının bölüm bölüm kuruluşunu; örneğin “absurde”ün ilk koşularını ya da Caligula’nın alıştırmalarını açığa vurur. “Absurde” üzerine düşünmeye, daha doğrusu yazmaya koyulan Camus için “evet” ile “hayır”, yaşamın temel çelişkisidir; o, yaşamın ögelerini evetlediğini ama öte yandan yaşamı çelişkileriyle bir bütün olarak algıladığını belirtir. Buna en güzel örneklerden biri, 15 Eylül 1937’de not düştüğü şu satırlardır:

“Gözyaşı ve güneş yüzlü yaşam, tatsız tuzsuz yaşam, soğuk taşlar sunan yaşam, sevdiğim ve hissettiğim gibi olan yaşam, bana, yaşam okşandığında, umutsuzluğun ve aşkın tüm güçleri birleşecekler gibi geliyor. Bugün, evet ile hayır arasında bir mola değildir. Bugün, evettir ve hayırdır. Gözyaşları ve güneş olmayan her şeye hayır ve başkaldırı. İlk kez verilmiş sözün tutulacağını duyumsadığım yaşamıma evet.”

Mayıs 1935-Şubat 1942 arasını kapsayan Defterler’de, Avusturya’dan Cezayir’e, Çekoslovakya’dan İtalya’ya uzanan ve çeşitli zaman dilimlerinde gerçekleşen yolculuklarla ilintili pek çok ayrıntı da okuyucuya sunulur. Yaşamının sonuna dek sürecek ve bazılarının yapıtlarında bir şekilde yer bulacağı gezileriyle ilgili olarak Camus “yolculuktan çile çekmeyi anlıyorum, kendini geliştirmek için yolculuk yapılır; kendimizi geliştirmekten, en öz duyumuzu harekete geçirmeyi anlıyorsak elbette” der.

Camus bu Defterler’de, kendinden “yalnız insan” olarak söz etmesine karşın, buradaki en öznel anlatımlarından birinde, çağının insanına hiçlik ve yalnızlık aşılanmasından duyduğu kaygıyı şu şekilde ifade eder:

“Kendini yitirme ve her şeyi reddetmenin, hiçbir şeye benzememenin, bizi tanımlayan şeyi sonsuza kadar parçalamış olmanın, şimdiki zamana yalnızlığı ve hiçliği sunmanın, ansızın yeniden canlanan yazgılarda yegane temel düşünceyi bulmanın esrikliği. Kışkırtan istek yaşam boyu sürer. Ona boyun eğmek mi yoksa onu reddetmek mi gerek? Tekdüze bir yaşamda insan bir yapıt yaratma saplantısına sahip olabilir mi ya da tam tersine, ışıltıya boyun eğip, yaşamını yapıtla eşitlemeli mi? Özgürlükle birlikte, güzellik, benim en kötü kaygım.”

“Kişi yaşamını seçemez, ama onu zenginleştirir” diyen Camus, kendi kişiliği ve onu zenginleştirişi ile ilgili geniş bilgileri daha sonraki, özellikle Mart 1951-Aralık 1959 arasında tuttuğu Defterler’de paylaşır. Buradan bakıldığında Mayıs 1935-Şubat 1942 döneminin Defterler’i, ağırlıklı olarak Camus’nün edebi hazırlık aşamasının bir yansımasıdır.

Camus’nün Ocak 1942-Mart 1951 arasındaki düşmelerinden oluşan Defterler’de (Defterler II), okuma, alıntı ve düşüncelerinin yanında tarih önemli yer tutar. Bu dönem, İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’yı ve tüm dünyayı kasıp kavurduğu yıllardır ve kural tanımaz bir savaş hüküm sürmektedir. Camus bunu “nihilizmden sıkıntı çektiğimiz bir gerçek” biçiminde özetler. Savaşın ve Alman işgalinin yakıp yıktığı Fransa’da gezinen Camus’nün Defterler’ine, o yıllar şöyle yansır:

“İki kış boyunca süren yoksunluğun büktüğü bedenler, parlayan, yamalı giysiler. Sefaletin yerleştiği bu halkta zarafetten eser kalmamış. Trenlerdeki bavullar yıpranmış, iplerle bağlanmış, mukavvalarla üstünkörü onarılmış. Bütün Fransızlar göçmenleri andırıyor.”

Veba’yı oluşturduğu bu yıllar, aynı zamanda Fransa’nın Alman işgali altında olduğu yıllardır. Yine bütün Avrupa yıkımı yaşar. Bu dönemin belirleyicileri sefalet, yalnızlık, ayrılık ve umutsuzluktur. Camus Veba’yı, bir bakıma bu bungun ortamdan çıkışı simgeleyen bir zaferle bitirirken, aslında Fransa’nın ve Avrupa’nın kurtuluşuna atıf yapar. Camus, İkinci Dünya Savaşı’nın bittiği günlerde, başta Avrupa olmak üzere, tüm dünyadaki yıkımın farkındadır ve bu yıkım, ne bir başlangıç ne de bir sondur. Başkaldırı düşüncesinin yeşerdiği bu dönemde ve bir öngörü olarak Camus, “kurban ya da cellât olmayı seçmemiz gereken bir dünyadayız; seçecek başka bir şey yok, bu seçim kolay değil” biçimindeki notu düşer Defterler’in beşincisine. Camus için, “kurban ya da cellât olma” durumu onaylanır bir şey değil; zaten bunu, ertesi yıl, 1946’da Combat’ta yayımlanan “Ne Kurbanlar Ne Cellâtlar” adlı makalesinde dile getirir.

Camus’nün eserlerinde tüm çıplaklığıyla sunduğu, insana değer verme ya da insana kaybettiği değeri yeniden kazandırma çabasının alt yapısı, Defterler’de karşımıza çıkarken bunu, Eski Yunan düşüncesindeki insancılık anlayışıyla ortaya koyar. Günümüzün “hümanizmini güdük bulan” Camus, Yunan düşüncesini “hümanizmadan farklı bir şey” olarak görür ve onu “her şeye yer veren bir düşünce” şeklinde niteler. Bu nedenle yirminci yüzyılı, Yunan düşüncesiyle karşılaştırdığında “hiçbir şey saf değil, işte bu yüzyılı zehirleyen çığlık” diyerek kıyasıya eleştirir. Bu bağlamda Defterler’inde de, eserlerinde olduğu gibi çağının eleştirisini buluruz ve başkaldırı düşüncesinin temelini oluşturan kimi belirlemelere de rastlarız. Bunlardan biri de “yüzyılımızın zavallılığı; yakın geçmişe kadar kötü eylemlerin haklılığını kanıtlamak gerekiyordu, bugünse iyi eylemlerin haklılığını kanıtlamak gerekiyor” biçimindedir.

Camus’nün her zaman vurguladığı, yaşamın ve yaşamanın değerli olduğudur. İnsan ve yaşamı değerlidir, çünkü Camus için insanı insan yapan onun ve başkalarının da yaşamını koruyup kollamasıdır. Bu yüzden o, Defterler’indeki “yaşama aşkı kaybolduğu zaman, bizi hiçbir anlam teselli etmez” belirlemesini, dünyaya ve insana bakışı ile felsefesinin merkezine yerleştirir. Ancak ortaya çıkan ve tanıklık ettiği onca kıyım ve trajedinin ardından, Camus’nün duyduğu şüphe ve kaygı durulmaz. Bunu 1949’da Defterler’de yer alan şu satırlarla dile getirirken, bir bakıma gelecekte insanlığı yeni trajedilerin beklediğini anlatmaya çalışır ama kurbanlara gösterilen “ilginin”, kurbanlar yaratılmasını engellemeyeceğini de bilir:

“Binlerce yıldır, dünya, başkaları olağanüstü bir dalgınlıkla uzaklara doğru bakarken soğuk mezar taşları üstünde işkence gören insanların yer aldığı Rönesans döneminin İtalyan resimlerindeki görüntüler gibiydi. ‘İlgisizlerin’ sayısı ‘ilgililerin’ sayısı yanında baş döndürücüydü. Tarihi, başkalarının felaketiyle ilgilenmeyen insanların çoğunlukta olması belirliyordu. Bazen ilgisizlere de sıra gelirdi. Ama bu, genel bir dalgınlığın ortasında gelişirdi ve bu genel dalgınlık bu olayı telafi ederdi. Bugün, herkes ilgiliymiş gibi görünüyor. Adliye salonlarında, bütün tanıklar birden bire eziyet görmüş insanlara yöneliyor.”

BELLEĞİN ZAYIFLIĞINDAN DOĞAN GÜNLÜKLER
Mart 1951 ile Aralık 1959 arasında tuttuğu notlardan oluşan (7, 8 ve 9.) Defterler (Defterler III), bir anlamda Camus’nün iyiden iyiye tanındığı ve başkaldırı düşüncesinin tüm dünyada önde gelen temsilcisi olduğu yılların da yansımasıdır. Yine bu dönem, yaşanmış onca yıkımın sonrasında, çok daha olgun ve aynı zamanda başkaldırı düşüncesiyle bezenmiş bir Camus’yü karşımıza çıkarır. O, başkaldırının en önemli özelliğini “bir aradalık” olarak belirlerken, bunu 1951’de düştüğü “kendimi öncelikle insanlıkla dayanışma içinde hissediyorum” notuyla daha da pekiştirir.

Camus Defterler’de, okuyucuya gezilerinden de seslenir. Örneğin 1954 sonbaharında, İtalyan Kültür Birliği’nin davetlisi olarak gittiği İtalya’yı ve İtalyan kentlerini uzun uzadıya anlatır. Ancak o günlerin bir önemli özelliği, Başkaldıran İnsan’ın yayımlanmasıyla, Sartre ve Beauvoir ile kopan ipler ve birbirlerine yönelttikleri yüksek dozlu eleştirilerin varlığıdır. Camus-Sartre-Beauvoir kavgasının dönüm noktalarından olan, Beauvoir’ın Mandarinler adlı romanının piyasaya çıkışı, sürtüşmeyi daha da alevlendirir ve Camus’nün sert ifade ve yergileri İtalya gezi notlarına yansır. “Kahramanın aslında kendisi olduğunu” söylediği romanda Camus,, Beauvoir’ın “gerçek bir durumdan (Direniş'ten) yola çıktığını, ancak bunun dışındaki düşünce, eylem ve duyguların uydurma olduğunu” vurgular; “Sartre’ın yaşamındaki kuşkulu eylemler benim sırtıma yüklenmiş” diyerek, Fransa’da o günlerde ödüller kazanan kitabı yerden yere vurur. Üstelik bununla da kalmaz, Mandarinler’den hareketle “suçlandıklarında bunu başkalarının belini bükmek için yaptıklarından emin olunabilir” cümlesiyle, Sartre ve Beauvoir ile varoluşçuluğu da eleştirir.

Tüm bu yergiler, 1951’de başlayan Camus-Sartre kopuşunun yüzeye çıktığı noktalardan sadece birkaçıdır. Camus’nün, Sartre ve Beauvoir’a yazdığı mektupların yanında, Defterler’deki bu satırlar kavganın anlaşılmasında önemli rol oynar ve edebiyat dünyası ile felsefe çevrelerince, bir dönemin canlı bir tartışması olmasından dolayı ilgiyle karşılanır.

Savaştan çıkmış Avrupa ve dünyada, bu duruma Soğuk Savaş’ın tarafları arasında süregelen gerilim de eklenince Camus, Defterler’inin sayfalarını aralayıp şunları karalar: “Savaşın yarattığı toptan yıkımın sürekli tehdidi karşısında –bir gelecekten yoksunluk- hangi ahlak anlayışı şimdiki zamanda yaşamamızı mümkün kılabilir? Onur ve özgürlük.”

Bu sözler, çağının yıkıntıları arasında dolaşan; kimi zaman umutsuzlukla kimi zaman da yaşama sevinciyle üreten bir sanatçı-filozofun kaleminden çıkar. Ama Camus, tüm olumsuzluklara ve yine o dönem dünyayı yeniden şekillendiren gelişmelere ve eski dostlarıyla tutuştuğu kavgaya rağmen, yazmaya ve yaratmaya devam eder; 29 Mayıs 1958’de şöyle der: “Benim uğraşım kitaplarımı yazmak, insanlarım ve halkım tehdit edildiğinde savaşmaktır, hepsi bu.”

Defterler’in dikkat çekici bir yönü de, Camus’nün iç sıkıntılarını, özellikle yaşamının hiçbir döneminde (Sisifos’un kayası gibi) sırtından atamadığı bir yük olan verem ve onun yol açtığı güçsüzlüğü yansıtması. “Hastayım, yorgunum” türünden ifadelerin alıntı, düşünce ve eserlerinin eskizleri arasında sıklıkla yer alması, hastalığı ve onun neden olduğu bitkinliğin ölümüne dek Camus’nün peşini bırakmadığının en açık göstergesi.

Ancak, kimi zaman tökezlemesine neden olan tüm olumsuzluklara, iç sıkıntısına ve hastalıklara karşın Camus, bir yaşama aşığıdır ve bunu Defterler’in son satırlarından biri olan “sana verilmiş kısa günleri, yarışından kopmadan canlandır ve ışıklandır” cümlesiyle dile getirir. Bunun bir başka anlatımı, çok daha önce, Mayıs 1936’da yine Defterler’de “insan yaşamını aydınlatırsa onu elinden kaçırmaz; bütün durumlarda mutsuzlukta, düş kırıklığında tüm gayretim, ilişkileri yeniden kurmak” biçimindeki belirlemesiyle karşımıza çıkar.

Defterler genel bir bakışla değerlendirildiğinde, ilk üçünde (Mayıs 1935-Şubat 1942: Defterler I) baskın olan şey nesnelliktir. Camus burada, kendisini etkileyen söz ve eylemler ile eserlerinin oluşumuna ilişkin ayrıntılı açılımlar yapar. Ancak özyaşamöyküsüyle ilgili, neredeyse hiçbir ipucu vermez. Bir başka deyişle Defterler I, onu okuyanlarda Camus ile ilgili bir duygulanıma yol açmaz. Derinlemesine bir bilgiye; bir diğer ifadeyle, onun kişiliğini yansıtan bir ime rastlamak pek mümkün değildir. Camus orada yalnızdır, Susan Sontag bunu şöyle açıklar:

“Yazarların defterleri tipik olarak, istemle ilgili önermelerle doludur: Yazma istemi, sevme istemi, aşkı inkâr istemi, yaşamı sürdürme istemi. Günlük, yazarın kendi gözünde kahraman olduğu yerdir. Yazar, günlüğünde yalnızca algılayan, acı çeken, mücadele eden bir varlık olarak bulunur. Camus’nün Defterler’indeki tüm kişisel yorumların kişiliksiz (nesnel- A.B.) bir nitelik taşıması, yaşamındaki olayları ve insanları tümüyle dışarıda bırakması bundandır. Camus, yazdıklarıyla kendisinden yalnızlık içinde bir insan olarak söz eder –yalnız bir okur, bir dikizci, güneşe ve denize tapan biri, dünyada bir gezgin. Bu tutumuyla tam bir yazardır o” (2).

Defterler II (Ocak 1942-Mart 1951), yine eserlerinin oluşumunu yansıtsa da, orada bu kez, ilkine oranla birebir tanıklıklar daha çok yer kaplar: Savaş, ondan doğan yıkım ve sefalet, yalnızlık ve buradan filizlenen başkaldırı. Bunların hepsi, Camus’nün yaşamında ve dönemin Avrupa'sında derin izler bırakmış önemli olaylardır. Bir başka ifadeyle tarih, Defterler II’yi oluşturan 4, 5 ve 6. sayfaların kesişme noktasıdır.

Defterler III’te ise, diğerlerine oranla öznel anlatım yoğunluğu hâkimdir. Mart 1951-Aralık 1959 arasında tuttuğu notları kapsayan 7, 8 ve 9. defterlerde Camus, çok daha olgun, kavgalarla yoğrulan, eleştirileri sırtlayan ve iç sıkıntısı ile boğuşan bir yazar belirir. Yine burada geriye dönüşler ve duygulanımlarla, yaşamından kesitler okuyucuyla buluşur.

Pek çok yazar ve düşünür gibi notlarının yayımlanacağını öngörmeyen Camus, sözü geçen satırları, yayımlanması için kaleme almamıştır. Camus’nün Defterler ile ilgili; onların oluşturulmasına dönük olarak, son derece yalın bir açıklaması bulunur:

“Kendimi bu günlüğü yazmaya zorluyorum. Ama isteksizliğim capcanlı duruyor. Neden hiçbir zaman günlük tutmadığımı şimdi anlıyorum: Bana göre yaşam gizlidir. Yaşam, başkalarından gizlenmelidir (…), yaşamı sözcüklerle ortaya sermemeliyim. Bana göre yaşam, gizli tutulduğu, dile getirilmediği zaman zengindir. Şu sırada günlük tutmak için kendimi zorlamamın nedeni, belleğimin zayıflığı karşısında duyduğum korku.”

Camus’den geriye kalan onca yapıt, anı ve tartışmanın yanında; “absurde” ve başkaldırı düşünceleri ile bunların zeminini sağlam kılan ahlak anlayışı, belki de hepsinden daha öndedir. Camus Defterler’de, buna yönelik bir belirleme ve olan bitene dönük, eleştirel bir bakışa da yer verir:

“Yıllar boyunca herkesin ahlakına göre yaşamayı istedim. Kendimi herkes gibi yaşamaya, herkese benzemeye zorladım. Kendimi ayrı düşmüş hissettiğim zaman bile, bütünleşmek için öyle davranmak gerektiğini söyledim. Ama bütün bunların sonunda felaket geldi. Şimdi kalıntılar arasında dolaşıyorum, kuralsızım, tereddütler içindeyim, yalnızım ve bunu kabullenerek, tek oluşuma ve kusurlarıma boyun eğdim. Tüm yaşamımı bir nevi yalan içinde yaşadıktan sonra-bir doğru yaratmak zorundayım.”

Nietzsche’den alıntıladığı “hepsi benden söz ediyor, ama hiçbiri beni düşünmüyor” biçimindeki ifade, Defterler aracılığıyla Camus’yü bir kez daha ve daha geniş bir bakış açısıyla düşünmemizi sağlayacak bir ağırlık noktası gibi görünür. Çünkü Defterler’de, satır aralarındaki yaşam öyküsü, eserlerini yaratış serüveni; kimi alıntılarla sarıp sarmaladığı ve bazen de son derece açık tepki ile yergilerini gözler önüne serer.

Bilinen günlük kalıplarını aşan Defterler, Camus’nün yapıtlarındaki tanıklıkları tamamlayan ve daha da anlaşılır kılan bir niteliğe bürünmesinden dolayı, eserlerindeki gibi onun üzerinde etraflıca düşünmeyi kışkırtır. Bir başka deyişle, çağının tanığı olan Camus’nün yaşamına da, Defterler aracılıyla tanıklık edilir.

Defterler I/ Albert Camus/ Çeviren: Ümit Moran Altan/ İthaki Yayınları/ 200 s.
Defterler II/ Albert Camus/ Çeviren: Ümit Moran Altan/ İthaki Yayınları/ 290 s.
Defterler III/ Albert Camus/ Çeviren: Ümit Moran Altan/ İthaki Yayınları/ 276 s.

Notlar:
(1) Ahmet Cemal, “Albert Camus ve Defterler”, Cumhuriyet, 25.09.2003
(2) Susan Sontag, Sanatçı: Örnek Bir Çilekeş, Yayıma Hazırlayan: Yurdanur Salman, Müge Gürsoy Sökmen, Metis Yayınları, 2. Basım, İstanbul, 1998, s. 89.


(*) Cumhuriyet Kitap, 03.09.2009

Hiç yorum yok: