12 Eylül 2009 Cumartesi

BAĞIMSIZ BENLİKLER İÇİN (*)
ALİ BULUNMAZ

Hayat dediğiniz şey, kimi zaman uzun kimi zaman kısa; ama önünde sonunda bir yaşam yolculuğu. Burada önemli olan onu nasıl beslediğiniz, daha arı bir anlatımla onun içini nasıl doldurduğunuz. Kısacası hayatın size verip vermediklerine oranla sizin ona ne kattığınız.

Ağızlara sakız olan, kullanıldıkça daha da “bilinmez” hale gelen “dolu dolu yaşamak” böyle bir şey: Hayatı anlamlı kılacak işler kotarmak. Simone de Beauvoir'ın dünya için önemi de burada beliriyor. Hayatı boyunca üreten bu insan, özgür benliklerin serpilmesi adına pek çok şey koydu ortaya. Çalışmalarıyla yalnız kendisininkine değil, bir dolu insanın hayatına anlam katmayı başardı.

CASTOR'UN DÜNYASI
Beauvoir'ın yirminci yüzyılda sol hareketin etkin isimlerinden biri olduğu tartışma götürmez. Ancak ironik biçimde o, tam bir burjuva olarak hayata adım atar. Soyadının öntakısı “de” bunun en açık göstergesi. Ailesinin soyluluğunu ifade eden bu takı, ileride bunu aşmasına olanak sağlayacak itici bir güce dönüşecektir.

Yazmaya ilgisi çok küçük yaşlarda başlar ve ilk karalamaları sekizinde ortaya çıkar. Edebiyat ve tiyatro kültürünü kazanmasında babası etkili olur. Koyu Katolik aile, kızlarını küçümseyerek baktıkları devlet okulu yerine Hıristiyan gelenekçiliğini benimseyen kadın öğretmenlerin toplandığı bir okula yazdırınca, Simone için özgürlüğe giden yol da açılıverir.

Burada tanıştığı Elisabeth Lacoin, Beauvoir'ın deyişiyle “Zaza”, en yakın dostlarından biri haline gelir. Bu yıllarda tuttuğu günlük, hem o dönem yaşadığı arkadaşlık ilişkilerinin hem de inanç ve burjuvalıktan kopuşu anlatır.

1929'da yakın dostu Zaza'nın ölümüne dair sarsıntı da günlüğünde yer bulur. René Maheu'nün, Beauvoir'a “Castor” adını verişi Jean-Paul Sartre'la tanışması da bu döneme denk düşer. Dalgalanmalar ve araya giren başka ilişkilerle sürüp gidecek büyük aşk yolculuğunun temelleri de yine bu zamanlarda atılır.

Eylül 1939'a gelindiğinde Avrupa üzerinde toplanan savaş bulutları yeryüzüne şimşekler indirmeye başlar. Beauvoir ve Sartre için zorunlu bir ayrılık dönemidir bu. 1940 ise Sartre'ın, Nazilere tutsak düştüğü yıldır. 1941'de serbest bırakılan Sartre, Beauvoir'la beraber Nazilere karşı “Sosyalizm ve Özgürlük” adlı bir direniş grubu kurmak istese de, büyük işgal buna engel olur. Hemen iki yıl sonra, 1943'te, Konuk Kız (L'Inviteé) yayımlanınca Beauvoir, hem edebiyat dünyasına girer hem de iyiden iyiye tanınır.

Edebiyat dünyasına giriş, yeni isimlerle tanışmak da demekti: Albert Camus, Michel Leiris, Raymond Queneau. Direnişin sürdüğü Paris'le ilgili bir dizi röportaj hazırlayan Beauvoir, bunları Camus'nün çıkarttığı Combat gazetesinde yayımlar. Aynı günlerde (1944), Fransa'nın Alman işgalinden kurtuluşu ülkede büyük bir sevinç yaratır.

1945'te yayımlanan Başkalarının Kanı (Le Song des autres)'nda Beauvoir şu soru etrafında döner: “En iyi nedenlerle olsa da başkalarının canını tehlikeye atmaya hakkımız var mıdır?” (s. 32). Alman işgali teması çevresinde şekillenen eser, Camus tarafından “kardeş kitap” biçiminde nitelenir.

1947'de bir dizi konferans vermek üzere, keşfedilmiş kıtayı keşfe çıkar Beauvoir. ABD, onun için de “Yeni Dünya” demektir. Nelson Algren aşkı, “Yeni Dünya”nın karasularında boy verir. Algren'in başka bir dünyaya ait oluşu Beauvoir'ın yaratıcılığını tetikler. Bu arada Sartre'la bağını hiçbir şekilde koparmaz. Sartre onu kadınlık üzerine düşünmeye teşvik eder ve temel ilkesi “kadın doğulmaz, kadın olunur” biçiminde sunulan İkinci Cins (Le Deuxiéme Sexe) yayımlanır. Beauvoir, kadınlığın ya da dişiliğin doğa değil, kültür olgusu olduğunu söyler: Dişilik tarihsel bir varoluştan ileri gelir; kader değil bir üründür.

Kadının öznelliğini ortaya koymak adına çabalayan Beauvoir için İkinci Cins, önemli bir sözcülük üstlenir: Erkeğin “aşkınlığı” ve kadının “mutlak ötekiliği” bu yapıtla geri döndürülemez bir sarsıntıya uğrar. Sonrasında yayımlanan Mandarinler (Les Mandarins) ona 1954'te Goncourt Ödülü getirir. 1930'lu yıllarda başlayan gezginliği, çoğu zaman o dönemin Avrupasını saran faşizmle kesişir. Seyahatleri, Beauvoir'daki dayanışma duygusunu da güçlendirir; bağlanmaya inanış, siyasal bilincin ortaya çıkışını tetikler.

KENDİNE BAKIŞ
Beauvoir'a göre “her bireysel yaşam evrensel bir yan gizler.” Ellili yaşlarına yaklaşırken, geçmişten bu yana yapmayı tasarladığı kendi üzerine yazma hayalini gerçekleştirmeye koyulur; “fotoğrafları duvara raptetmek” olarak nitelediği “geçmişe bakma” eyleminin peşinden gider. Bir Genç Kızın Anıları, doğumundan 1929'a kadarki Beauvoir'ı anlatır. En yakın arkadaşlarından Zaza'nın ölümüyle noktalanan yapıtta, bu trajik sonla ilgili şunları söyler: “Özgürlüğümün bedelini onun ölümüyle ödediğimi düşündüm uzun zaman” (s. 62).

Mandarinler'in yayımlandığı günlerde, bir saldırı sonrası baş gösteren olaylar Cezayir'i sallar. Fransa'nın buradaki cinayetlere göz yumması, hem Beauvoir'ı hem de Sartre'ı ayağa kaldırır. Beauvoir, nam-ı diğer “Castor”, militana dönüşür; sokağa çıkar ve gösterilere katılır, Cezayir'de askere çağrılanlara sivil itaatsizlik çağrısında bulunur.

Olgunluk Çağı'nı yayımladığında Fransa'da pek çok gösterici Sartre'ın idam edilmesini isteyen eylemler düzenlemektedir. Kitap, Bir Genç Kızın Anıları'nın devamı niteliğindedir; Beauvoir'ın 1929-1944 yıllarını anlattığı satırları Sartre'a ithaf eder. Temel kaygı ise “Özgürlüğü kazandım, ama ne yapmak için?” sorusu etrafında şekillenir (s. 64). Akdeniz'de gezilen mekanlar da bu kitabın konuları arasındadır. Kısacası, ilk defa yaşanan her şey okuyucuya aktarılır. “Kendini anlatma sanatı”, derli toplu biçimde Olgunluk Çağı'nda gün ışığına çıkar. Zaten Beauvoir'ın “biliyorum kişi kendisini asla tanıyamaz, ancak anlatabilir” cümlesi, her şeyi açıklamaya yeter gibi görünür (s. 65).

1963'te okurlarla buluşan Koşulların Gücü, Beauvoir'ın 1944-1962 yıllarını içerir. Burada geçip giden, durdurulamayan ve yaşlılığa doğru uzanan zaman ana temadır: “Rüzgârın salladığı sıra sıra fındık ağaçlarını yeniden görüyorum, ayaklarımın altında uzanan şu altın madenini, yaşanacak upuzun bir hayatı seyre daldığımda kalbimi şaşkına çeviren umutları yeniden görüyorum. Çabuk inanıveren şu yeniyetmeye zor inanan bir bakış yöneltirken, ne ölçüde aldandığımı enine boyuna fark ediyorum” (s. 69).

HEP YAN YANA
Beauvoir'ın hayatında vazgeçemediği en önemli şeylerin başında eylemde bulunmak gelir. Çağıyla iletişimini hiç koparmazken, zamanın trajedileri üzerine eğilmeyi bir sorumluluk bilir; “Sartre'la beraber Batı'ya karşı Doğu'nun tarafını, bolluk ülkesi Kuzey'e karşı yoksul Güney'i tercih eder” (s. 76).

1968 olayları Beauvoir'ı da etkiler. Polisin baskılarına karşı öğrencilerini kollar, sol akımlara destek çıkar. Rus tanklarının Çekoslovakya'ya girişi, Sartre ve Beauvoir'ın Sovyet rejimine verdiği desteği sonlandırır.

1970'lere gelindiğinde Beauvoir, kapatılan ve toplatılan gazetelere destek için Paris sokaklarında aktif rol üstlenir. Bunların birinde, La Cause du peuple'ü satarken Sartre'la beraber tutuklanır. Ocak 1970'te yayımlanan Yaşlılık'ta, ihtiyarlara karşı davranışları “uygarlığımızın tümden başarısızlığı” diye betimler: Ona göre kapitalist toplum, “üretkenliğini yitiren kişileri eleyerek biyoloji yasalarını daha da ağırlaştıran insanlık dışı bir edime başvurur” (s. 83). Çünkü kapitalizm için “çalışma” gücü bulunan herkes, kendisinden “kâr elde edilecek bir malzemedir.” Beauvoir, kadın sorunlarına yönelik eylemlerini bu zaman diliminde enikonu belirginleştirir: Aile planlaması ve kürtaj özgürlüğü, eylemlerinin yoğunlaştığı konulardır.

1972'de okurların beğenisine sunulan İyi Düşünce, yazarın 1962-1972 arasındaki yıllarını kapsar. Burada, kendisindeki değişimi anlatır ve hatıralar üzerinden hesaplaşmalara girişir. “Ben kimim?” sorusuyla felsefi bir sorgulamanın peşinden gider.

14 Nisan 1980'de Sartre'ın ölümüyle büyük sarsıntı geçiren Beauvoir, Veda Töreni'ni kaleme alır. Bir aşk belgesi niteliğindeki kitap, onun gerçek bir aşkı anlatışını resmeder: “Ölümü bizi ayırıyor. Benim ölümümse birleştirmeyecek. Güzel olan, yaşamlarımızın uzun zaman uyum içinde sürmüş olması” (s. 94).

Sartre'dan sonra çalışmaya, kadın sorunlarını irdelemeye ve seyahatlere devam eden yaşamı durduran şey ise ölümdür; ölüm tarihi de hayli ilginçtir: 14 Nisan 1986. Elisabeth Badinter, arkasından şöyle seslenir: “Kadınlar, ona çok şey borçlusunuz.” Gerçekten de öyledir...

Simone de Beauvoir: Özgürlüğü Yazmak/ Jacques Deguy, Sylvie le Bon de Beauvoir/ Çeviren: Elif Gökteke/ Yapı Kredi Yayınları/ 128 s.

(*) 10.09.2009, Cumhuriyet Kitap


Hiç yorum yok: