6 Şubat 2009 Cuma

SİMGELER PAZARINDAN ÖLÜME (*)
ALİ BULUNMAZ

“Rasyonel gerçeğe ihtiyacımız yoktur artık; şimdi işlemsel bir gerçek vardır.” (1)

Baudrillard, yeni çağın belirleyici unsurları olarak belirsizlik, simgeler-göstergeler düzeni, simülasyon-simülakrlar ortamı ve değerlerin altüst edilişini gösterir. Baudrillard'ın “ideologlar ortadan kalkınca yerlerini simülakrları aldı” sözü (s. 3), bu çağın sınırlarını çizer niteliktedir. Onun çabasını anlamak için, öncelikle simülakr ve simülakrlar düzeninin neyi imlediğini ortaya koymak gerekir.

Simülakr “bir gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünüm” demektir. Simülasyon ise “bir araç, bir makine, sistem ya da olguya özgü işleyiş biçiminin, maket veya bilgisayar programı aracılığıyla yapay şekilde yeniden üretilmesidir.” Bir başka deyişle simülakr, gerçeğin yerini alan bir niteliğe sahipken, simülasyon “gerçekle sahte ve gerçekle düşsel arasındaki farkı yok etmeye çalışır” (2). Baudrillard'ın simülasyon ve simülakr teorisini oluşturan temel kavramlar bu biçimde tanımlanabilir. Simgesel değiş-tokuş (: pazar) da işte bu zemine oturur.

YENİDEN-ÜRETİM
Simülasyonun önemli kurallarından olan, göstergelerin yalnızca kendi aralarında değiş-tokuş edilip, gerçekle edilemez oluşunu bir kez daha gündeme getirir Baudrillard. Üstelik bunu hatırlattığı dönem, toplumsal ilişkilerin yok edildiği ve ekonomi politiğin anlamından sıyrıldığı dönemdir.

Baudrillard, bunu şöyle açıklar: “Çalışma düzeni denen şeyle beraber, üretim düzeni ve [bilinen- A.B.] ekonomi politik de sona ermiştir. Buna son veren, devrim değil kapitaldir” (s. 15).

Bugünün etkin unsuru, insani değer ve ölçütlerin, imge ve göstergeler sisteminde yok olup gitmesidir. Kısacası “her şey bulanık bir görünüm kazanmıştır” (s. 16). Bunun kavramlaştırılması bizi etkisizlik ve duyarsızlık gibi sonuçlara vardırır.

Böyle bir ortamda emek de “diğer sıradan göstergeler gibi üretilir ve tüketilir” hale gelir (s. 19). Baudrillard, bu sisteme dahil edilme yöntemlerinin de farklılaştığını belirtir: “Artık evinizden vahşi şekilde çekip alınarak, makinelerin önüne atılmıyorsunuz; artık sisteme çocukluğunuz, tikleriniz, insani ilişkileriniz ve çalışmayı reddetme biçimlerinizle sokuluyorsunuz” (s. 26). Bir diğer ifadeyle, söz konusu durumda insan kendi kendine bırakılmaz, bir şekilde sistemin içinde konumlanması sağlanır. Bu sistemde emek de vahşice alınıp satılır.

Üretim sürecinin olmazsa olmazı ücret ise “hiçbir şeyle karşılaştırılmayan ya da hiçbir şeyin eşdeğerlisi olmayan bir şeydir” (s. 38). Öte yandan para, bir göstergedir ve bugün toplumsal üretimle bağı kesilmiştir. Böylelikle o “sınır tanımayan bir spekülasyon ve enflasyon süreci içine girmiştir” (s. 42). Özetle söylenecek olursa para “artık mal bile değildir; çünkü bundan böyle ne bir kullanım değeri ne de bir değişim değerine sahiptir, artık genel geçer bir eşdeğerliliğe sahip bir şey, bir başka deyişle pazar aracı olarak kullanılan bir soyutlama da değildir; o, geriye kalmış her şeyden çok daha hızlı şekilde el değiştiren ve geriye kalmış hiçbir şeyle karşılaştırılamayacak bir şeydir.

Baudrillard'a göre bu süreçte emeğin kimliği de değişmiştir: “Artık üretken emek yoktur, onun yerine yeniden-üretime [kopyalamaya] dayanan bir tüketim vardır” (s. 54). Etkin olan kapitalist yasa “insanları yaşamın her anında karşıt ve birbirine karşı duyarsız efsaneler çerçevesinde eğitip yönlendirir; sahip olduğu tek ilke duyarsızlıktır (...) kapitalizmin bildiği tek şey, her şeyi yüzeysel bir şekilde eşitlemek, etkisiz kılmak ve duyarsızlaştırmaktır” (s. 69).

Sermaye, emekçileri ölümüne sömüren bir mekanizmadır. Emekçilere yapılan en büyük kötülük “ölme hakkının tanınmamasıdır” (s. 79). Bu gasp da köleleşmenin kapısını aralamıştır.

SİMÜLAKRLAR YA DA GERÇEKLİKTEN KOPUŞ
Baudrillard, zorunlu gösterge döneminin sonuna gelindiğini ve rekabete dayalı demokrasinin, herkesin uymak zorunda olduğu göstergeler döneminin yerini aldığını söyler. Bu, “modern gösterge 'doğal'ın yerini alabildiği; 'doğal'ın simülakrı olabildiği ölçüde bir değere sahip olabilir” demektir (s. 89). Bir başka deyişle, sahte asılla beraber, hatta onun yerine geçerek var olmaktadır.

Sanayi dönemiyle beraber yeni bir gösterge ve nesneler kuşağı ortaya çıkar. Baudrillard bunu “yeni gösterge ve nesnelerin taklit edilmesi mümkün değildir” biçiminde açıklar (s. 96). Veblen ve Goblot'ya atıfta bulunan Baudrillard, onların çözümlemelerine başvurur: “Veblen ve Goblot için göstergeler ayrımlayıcı özellikler taşıyan bir malzeme olmasının yanında, prestij, statü, toplumsal erkleri olan ve bu doğrultuda kullanılan şeylerdir” (s. 99).

Gerçeklik-sanallık-sahtelik ilişkisi veya ilişkisizliği üzerine eğilen Baudrillard'ın bu noktadaki açımlaması şöyledir: “Günümüzde nesne artık teriminin geleneksel anlamıyla 'işlevsel' değildir. Sizin işinize yaramaktan çok sizi 'test etmeye' yarar. Nesnenin nasıl daha önceki nesneyle bir ilişkisi kalmadıysa iletişim araçlarının ürettiği haberin de olguların 'gerçekliğiyle' bir ilgisi kalmamıştır” (s. 111).

Artık bir gösteri toplumunda yaşayan insanoğlu için gerçekliğin ya da sanallığın çok önemi kalmamıştır. Hatta eğlence başat hale geldiğinden, sanallık ile gerçeklik arasındaki ince çizginin kayboluşu da kimseyi ilgilendirmeyen bir durum haline gelmiştir. Her yerde kol gezen ve gösteriye dönşen anlamsızlık Baudrillard'a göre “insanı neşelendirmektedir” (s. 117).

Simülakr düzeninin el attığı en önemli alanlardan biri de siyasettir. Baudrillard, güncel siyasetin temel belirleyicilerini açıklarken şuna dikkat çeker: “Dünyayı denetim altında tutabilmek için iki süper güce gereksinim vardır, çünkü tek bir imparatorluk kendiliğinden çökecektir. Terör dengesi ise bu düzenlenmiş karşıtlığın ayakta kalmasını sağlar” (s. 123).

Siyasette devam eden sanallık veya simülakr düzeninin yanı sıra, düşsel olanla gerçekliğin sınırları da artık belirginliğini yitirmiştir: “Artık yaşamla karşılaştırabileceğimiz bir düşsel yoktur. Gerçekliğin tamamı bir tür gerçeklik oyununa dönüşmüştür [s. 132] (...) Günümüzde, gerçek ve düşsel aynı bütünsel işlevsellik içinde yer aldıklarından birbirine karıştırılır” (s. 134).

Siyaset ve günlük yaşamın, gösterge ve simge pazarına dönüşmesi ekonomi politiği de bu alana kaydırır. Ekonomi politiğin bugünkü neliğini belirleyen özellikler de böylece ortaya çıkar: “Ekonomi politik, her türlü toplumsallığın göstergeler aracılığıyla egemenlik altına alınması, parçalara ayrılarak yok edilmesini sağlar”; bu noktada kent olgusu belirir: “Günümüzde kent, yaşamasına ve ölmesine karar verilen göstergelerin hapsedildiği yere dönüşmüştür” (s. 138).

MODANIN ÇEKİCİLİĞİ
Baudrillard, simgesel değiş-tokuş teması içinde modaya da bir başlık açar, yola çıkış sorusu ise şudur: Moda alanı, giysi veya dışsal göstergelerle sınırlanabilir mi? Bu noktada modanın neliği üzerine kafa yorar: “Yapılması gereken şey, modanın bizzat anlam üretim sürecindeki en 'nesnel' yapılar içinde aranmasıdır; giysi ya da beden konusunda da aynı derinliğe inilmesi gerekir, çünkü bugün bedenin sahip olduğu kimlik, cinsiyet ya da statü, moda malzemesine dönüşmüştür” (s. 159).

Moda da pazar kadar evrenseldir. Pazarda değiş-tokuş edilen ürünler gibi modaya özgü göstergeler de, kendi aralarında değiş-tokuş edilebilir. Bu özelliği, modanın Baudrillard için “boşlukta yüzen göstergeler bütünü” (s. 161) oluşunu değiştirmez, modanın bu kimliğini daha belirgin kılar.

Baudrillard, modanın insana sağladığı güven duygusunu ortaya koymak adına Oscar Wilde'a başvurur ve onun şu sözünü okuyucuya aktarır: “Moda ve koleksiyonculuk insana, dinin bile asla sağlayamadığı bir güvence verir” (s. 163). Moda bir yandan insana bu tür bir güvence sağlarken öte taraftan “göstergelerin elinden, sahip oldukları her türlü değer ve duyguyu çekip alır. Bir diğer ifadeyle moda, “bir tutkuya -yüzeysellik tutkusuna- dönüşür” (s. 164).

Baudrillard, göstergeler dünyası ve simgesel değiş-tokuş bağlamında modayı incelerken, sözü bir yerde insan vücuduna da getirir. Vücut ona göre, modanın iletişim aracıdır. Modayla beraber vücut, “cinsel açıdan sahip olduğu büyüleyiciliği yitirerek bir manken konumuna gelir” (s. 172).

Beri yandan fetişleştirilmeye de başlanan vücut ile ekonomi politik arasında bağ kuran Baudrillard, özellikle kadın vücudunun, vücuda özgü ekonomi politiğin temel taşı yapıldığına da dikkat çeker.

ÖLÜM
Simgesel değiş-tokuşa ilişkin belirlemelerini sıralayan Baudrillard, ölümün canlılar ve ölüler arasındaki sınır çizgisi olduğunu imler. Ona göre “hayatta kalma düzeninin baskı altına aldığı ölüm karşısında yaşam, o malûm düşünsel döngü sayesinde ölümün belirlediği bir ölüm kalım mücadelesine dönüşecektir” (s. 223). Dünyayı kuşatan kapitalist sistem, insanı ölüm karşısında da tek başına bırakır. Baudrillard için “bu bir rastlantı değildir; çünkü ölüm, her şeyin eşdeğerlisi olmuştur” (s. 259). Sonuçta yaşam ve ölüm birbirinden kopmuş, “bunların birbirinden ayrılmasıyla oluşan boşluk da arzu ile doldurulmuştur” (s. 261).

Baudrillard, ölüm kavrayışının ya da kavramlaştırmasının farklılaştığına değinir ve bunun gelişimi ile aldığı biçimi şöyle özetler: “Herkes kendi doğal 'sermayesinden' sonuna kadar yararlanabilmeli, yaşantısının 'sonuna dek' şiddet ve erken ölümden uzak bir şekilde, bu sermayenin tadını çıkarma hakkına sahip olmalıdır. Sanki herkesin hazır basılmış küçük bir yaşam şeması, 'normal süre yaşama umudu'; kısaca sanki 'yaşamla yapılmış bir sözleşmesi' varmış gibi” (s. 290).

Gelinen noktada ölüm kavrayışı, boşu boşuna yıpranıp aptalca ölmektense, birileri tarafından öldürülmeyi ya da birilerini öldürmeyi düşünme” biçimine evrilmiştir (s. 297). Simgesel değiş-tokuşun ortaya koyduğu toplumsal yasa da “ölmeyeceksin” buyruğu ile şekillenmektedir. Baudrillard'ın ifadesiyle “ahlak yasası nasıl 'kesinlikle öldürmeyeceksin' diyorsa, toplumsal yasa da 'kesinlikle ölmeyeceksin' diyor” (s. 316).

“Ölmeyeceksin” buyruğunun geçerlilik kazandığı toplumsal ilişki ortamında güvenlik, bir toplumsal denetleme unsuru olmuştur. Baudrillard buna “sınai girişim” adını verir ve ölüm zorunluluğunun ortadan kalkışına dikkat çeker: “Ölüm zorunluluğunun ortadan kaldırılma nedeni insanın, sistemin istediği biçimde ölmeye yönlendirilmesidir” (s. 322). Bu durumda Baudrillard'a göre “ölüm üretimi üzerine oturan sistem, güvenlik ürettiğini iddia eder” (s. 324).
Baudrillard, ölümün canlılar dünyasında bir hayalet gibi dolaştırıldığını belirtir. Ölünün çürümesinin ve değişime uğramasının engellenmesi, buna örnektir. Böylece “ölüm doğallaştırılarak, bir yaşam simülakrı gibi sunulmaktadır” (s. 329).

Gösteri dünyası ve kent yaşamı ile ölüm arasında da Baudrillard'a göre yakın ilişki vardır; o, ölümün tıkıştırıldığı alanları sıralarken, bu noktayı da es geçmez: “Défence mahallesi ya da Dünya Ticaret Merkezi gibi hiyeroglifleri andıran toplu mekânlardan, medyalara ait enformatik sistemleri barındıran binalar silsilesine (...) megapollerden gündelik yaşama ait en sıradan eylemlerin sınırlandırılmasına kadar hemen her alanda insanlık, Benjamin'in dediği gibi 'kendi kendisi için seyirlik bir nesneye' dönüşmüştür” (s. 338).

Baudrillard için insanlık gösteri dünyasındaki üretim biçimiyle, bunun yarattığı hazla kısakaca alınmış durumdadır: “Hepimiz bir gösteriye dönüşmüş bulunan üretimle, üretimin sağladığı estetik haz ve insanı çıldırtan yeniden üretimin (: kopyalamanın) kurbanlarıyız” (s. 338).

İnsanoğlunun yaşadığı bu yüzyıl, değeri yok etmeye çalışan toplumsal ilişki biçimlerinin ağırlığını hissettirdiği bir yüzyıldır. Tam da burada Baudrillard, Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm isimli kitabıyla gelişme, çağdaşlaşma ve uygarlaşma başlıklarıyla kendilerini dünyanın geri kalanına göre büyük aşama kaydettiklerini vurgulayan toplumların, gerçekte ne de büyük bir başarısızlığa saplandıklarının altını çiziyor.

Simgesel Değiş Tokuş ve Ölüm/ Jean Baudrillard/ Çeviren: Oğuz Adanır/ Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi/ 420 s.

(1) Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, Çeviren: Oğuz Adanır, Doğu-Batı Yayınları, 3. Basım, Ankara, 2005, s. 15.
(2) Baudrillard, a.g.e., s. 9.

(*) Cumhuriyet Kitap, 05.02.2009

Hiç yorum yok: