7 Mart 2011 Pazartesi

DOLU EDEBİYATA ZAMAN AYIR! (*)
ALİ BULUNMAZ

Yazın ne zaman nitelikli üretim anlamında kabızlığa kapılsa, hemen üzerine düşünülmeye, eleştiriler sıralanmaya başlanıyor. Daha da ötesi, eskiye; nostaljiye ve geçmiş zaman tatlarına dönülüyor. Aslında bundan doğal bir şey yok. Çünkü ileriye gidemezseniz filmi geriye sarmaya başlarsınız.

Bir yaşama biçimi ya da beylik deyimle aşk olan edebiyata kafa yormak, onun gelişimi için şart. Sinir bozucu bir sorunun peşine takılırsanız yolunuz daha da açılabilir elbette. Rita Felski de öyle yapıyor; edebiyatın ağır ağabeylerinin yaratılarından hareket edip soruyor: “Edebiyat ne işe yarar?” Örnek verdiği yapıtlar ve isimler kadar ağır bir soru bu. Felski, verdiği yanıtın “genel manifesto tanımına uymayan, sarsak, biçimsiz” bir manifesto niteliğinde olduğunu belirtiyor. İster manifesto yazılsın ister edebiyat üzerine düşünülsün, dönüp dolaşıp eleştiriye dayanıyoruz. Sonuçta da “İyi bir eleştiri neden yok?” ya da “Oturaklı eleştiri nasıl mümkün?” sorularına kapaklanıyoruz.

KENDİNİ KAPTIRMA, ANLA!
Felski, edebiyatın öneminin savunulmasını, onun iktidarsızlığının gösterilmesiyle mümkün olabileceğini söyleyince konu “fayda”ya geliyor; oradan da güç ve estetik değer tartışmalarına.

Felski’nin kitabı, felsefe ve edebiyatı kaynaştıran; hani deyim yerindeyse edebiyat felsefesinin kapısını zorlayan bir çalışma. Zaten yazar bunu açık açık söylüyor: “Bu kitap, tarihsel ve fenomenolojik perspektifleri harmanlayan, sosyopolitik düşünceyi rafa kaldırmadan, bilincin çetrefilliğine ve karmaşıklığına hürmet eden bir neo-fenomenolojiye katkıda bulunuyor.”

Neden fenomenolojiyi seçtiğini yine Felski’den dinleyelim: “Fenomenoloji bizi, kendi estetik tepkilerimizin çekingen seyircileri olmak yerine, okuduğumuz eserlerdeki içerilmişliğimizi ve müdahilliğimizi takdir etmeye çağırır.”

Felski’nin temel kaygısı, beylik laflardan uzaklaşmak, duygusallık ya da aşırı coşkunun sularından çıkıp edebiyatın değerini tartışmak. Bunun mümkün olup olmadığına yoğunlaşırken edebiyat incelemelerine, hem eleştirel gözle bakıyor hem de bu incelemelerin gelecekte soluk alıp verebilmesinin başlıca yolunun öteki iletişim araçlarıyla ilişki kurmasından geçtiğini söylüyor.

Bir kitapta kendini bulan ya da bulduğunu sanan kişinin bu edimi, sıradan veya gizemli olabilir. Metinle tanışma ve sonrasındaki tanıma aşamasının hissettirdiği duygular bunlar. Ancak Felski buraya bir mim koyar: “Bir kitabın gerçekten benim hakkımda olduğunu düşünmek narsisizmin doruk noktası değil midir? Kişinin bir edebiyat eserini kendi ikilemlerinin ve yaşadığı kişisel güçlüklerin alegorisi olarak okumasında fena halde çıkarcı bir yan yok mudur? Metinleri kendi aynamıza dönüştürmeye başlayınca, sanatın alanını önemsizleştirme ve sınırlandırma gibi bir risk belirmez mi?” Eleştirinin ve yorumbilgisinin sesi tam da burada duyulur; benlik kurgularını sorgulama başlar, kimi yanlış tanılamalar belirlenir.

Felski’nin eleştirel gözlüğü, metin ya da kitapların insanlaştırılmasını; onlara insanların niteliklerinin yüklenmesini kabullenmez: Ne kitaplar insandır ne de okuma bir karşılaşmadır. Öte taraftan okur, gündelik var oluştan kaçmak veya kurtulmak için metinlerle yakınlık kurabilir. Kurmacaya kapılmanın doğal sonucu Felski’nin deyişiyle “coşku ve sürükleniş”tir. Kısacası esriklik hali. Bunun yol açtığı bir başka şey ise Ricoeur’ün de dediği gibi “aşinalıkla yeniliğin iç içe geçmesi”dir.

Bu geçiş sorun yaratabilir belki ama Felski’ye göre, edebiyat ile siyasetin birbirinden beslenmesi, kimi eleştirmenlerin öcü gibi baktığı bir durum değil aslında. Etkileşim, her iki alanın da birbirinden soyutlanmaması gerektiğinin işareti bir yerde. Bu, yeni yüzleşmeler için bir olanak belki de. Felski, bunu da hesaba katarak, edebiyat eserlerine “öz saygımı desteklediği için değil; bizi, çoğu zaman affedicilikten uzak biçimde kendi kusur ve kör noktalarımızla yüzleştirmeye zorladığı için değer verebiliriz” der.

Oysa büyülenme, Felski’nin deyişiyle yoğun anlamda kendini kaptırma, az önce bahsedilen değer verme işini sekteye uğratır. Çünkü “büyülenme, zihnin analitik kısmının geri çekilmesi” demektir, “içimizdeki eleştirmen ve denetmen kaybolur.” Metni, tarafsız gözle inceleme yetisi yiter, çekim alanına giriş kolaylaşır: “Okunan metin üzerindeki güç, yerini metnin eline düşmüşlüğe” bırakır.

Felski, J. Hillis Miller’a başvurur bu noktada: “Miller’a göre bir edebiyat eseri, yabancı bir dünyanın kapılarını açan sihirli sözler gibi iş görür; eserlerin ilk cümleleri bizi sanki büyü aracılığıyla başka bir evrene alıp götürür. Miller, okuduğu kitabın aklını başından almasından bahsederken, uyanıklıktan öte rüyadakine benzeyen tuhaf bir sanrısal bilinç durumuna çekildiğini anlatır.”

Miller’dan cesaret alıp böylesine kendimizi kaptırdığımız bir kitabı, Eski Yunan’da, söyledikleri büyülü şarkılarla gemicileri kayalara toslatan Sirenlere benzetmek de mümkün. Felski’nin hem kendine yol gösterici seçtiği yazarlar hem de kendi tezlerinin aşırı akılcı bir yanı olduğu imlenebilir ama o, ne akılcılığa duyguları ne de duyguları akılcılığa yediriyor; ikisi arasında bir denge kurmaya çalışıyor.

TAKLİT DEĞİL, YENİDEN KURMA
“İnsan neden okur?” sorusunu bir kenara bırakırsak, konu, “İnsan okuduğundan ne öğrenir ya da bir şey öğrenir mi?” sorusuyla başka bir mecraya sokulabilir rahatlıkla. Dünyaya dair daha derinlikli bilgi edinme güdüsünün okumayı tetiklediğinden hareket edersek edebiyatın, şeylerin neliğine dair algımızı genişletmesinden ya da düzenlemesinden de bahsetmek gerekir. Buradan bakınca, sanattaki “mimesis” tartışması farklı bir boyut kazanır. Edebiyat söz konusu olunca “mimesis”, taklitten öte yeniden yorumlama ya da resmetme gibi anlamlara bürünebilir. Dolayısıyla “mimesis”, edebiyat bağlamında kopyalama değil, yeniden kurma ve biçimlendirme haline gelir:

“Edebiyat eseri kültürün ortaya koyduğu ürünü yeniden işler, betimlenmiş olanı yeniden betimler; bildik dil eleştirisinden devşirme olan yerinde bir deyişle söylersek, sözcüklerin şeylere denk gelmesini değil, sözcüklerin sözcükler tarafından aydınlatılmasını gerektirir.”

Edebiyat ürünlerinin bütünüyle bilgi aktarımı ile eşleştirilmesi, onun sırtına analitik olarak fazla yük bindireceğinden, edebi eserlerin kendine has özellikleri gözden kaçabilir. Böylesine bir bakış, bizi edebiyatı bilim gibi görme yanlışlığına düşürebilir. Edebiyat da kuşkusuz kimi bilgiler verir ama onun sunduğu, kendine özgü biçemiyle (ya da biçem çeşitliliğiyle) farklılıklardaki hakikatlerdir.

Peki, ya şok; edebiyatın şoke edici bir etkisi var mı bugün? Felski can alıcı soruyla karşımızda: “Edebiyat ürünlerinin artık yüreğimizi delip geçmeye gücü yetmez mi?” Şokun rutinleştiği, insanın şoka bağışıklık kazandığı bir dünyada Felski bu soruya yanıt aramaya girişiyor. Aslına bakılırsa Felski’ye göre olabildiğince sterilleşen dünyada, şokun dışarıda bırakılma çabaları son derece “normal” karşılanmalı (!) Yalnız, insanın tepkisini dile getireceği sözcükler arayıp durması sırasında dilinin tutulmasının, bu dışta bırakma eyleminin sonucu olduğunu da bir kenara not etmeli.

Şokun asıl yaptığı, kişide pusuya düşürülme ve saldırıya uğrama duygusunu uyandırması. “Anlaşılan” ya da anlaşıldığı sanılan, düzeni altüst eder. Denge kaybolur; tiksinti, korku ve güvensizlik belirir. Felski, bir oyun, bir roman veya herhangi bir plastik sanattaki ölüm anlatımının, bir ölüm ilanından daha büyük etki uyandıracağı kanısında. Dolayısıyla bir yapıt, kanı rahatlıkla yüzümüze sıçratabilir.

Her dönemin kendine özgü şoke edici edebi ürünleri olduğu da unutulmamalı. Felski’nin verdiği Baudelaire örneği, burada işimize yarayabilir; “onun çağdaşlarını şaşkına çeviren özelliklerin birçoğu bugün skandal olmaktan uzak.”

Şokun dozunu ayarlamak, uygun zaman ve yerde şoku kullanmak da ayrı bir beceri istiyor. Bu dikkate alınmadığında işin estetik tarafı yitip gidiyor; Felski’nin deyişiyle “ruhumuz ve zayıf noktalarımıza saldıran estetik, kitle tepkisinin kaprisleri karşısında beklenenden daha korumasız hale geliyor.”

Felski, kullandığı kavramlar, verdiği örnekler ve irdelemeleriyle edebiyata doğrudan eğilmiyor, edebiyat incelemeleri üzerinden yürüyor. Edebiyat ile bilgi, taklit (mimesis), şok, büyülenme ve estetik gibi kavramla ilişkilerden kalkıp okurun yazından ne anladığını, edebiyatın onu nerelere götürdüğünü ya da götürmediğini sorguluyor.

Ortada duran ise edebiyatın okurda (ya da kimilerinin dediği gibi “kitle”de) bir haz yarattığı. Ama Felski’ye göre bu hazzın niteliği ve derecesi önemli. Bunun, kendinden geçme veya kendini mutlak biçimde kaptırma olup olmadığı da aynı ölçüde önemli. Bu yüzden Felski, okur ile edebiyat arasındaki etkileşimi kendini öteki olarak nitelediği tanıma, yapıtın sularında yüzdüğü büyülenme, bir şeyler öğrendiği bilgi ve verili olanın üzerine düşündüren şoke etme gibi başlıklar altında topluyor.

Bütün bunlardan sonra Edebiyat Ne İşe Yarar? aracılığıyla boş zamanı dolduran “edebiyat” yerine, dolu edebiyata ve aynı zamanda dolu eleştiriye vakit açmanın daha dişe dokunur bir eylem olduğu vargısına da ulaşılabiliyor.

Edebiyat Ne İşe Yarar?/ Rita Felski/ Çeviren: Emine Ayhan/ Metis Yayınları/ 172 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 03.03.2011

Hiç yorum yok: