17 Mart 2011 Perşembe

ÇAĞDAŞ SANAT KAZAN, TACİR KEPÇE (*)
ALİ BULUNMAZ

Şu meşhur “Paha biçilmez” deyimi, sanat veya başka herhangi bir alanda ne kadar sık kullanılıyor. Fakat kazın ayağı öyle değil. Her şeyin bir fiyatı var. Durum böyle olunca, her önümüze gelen kolayca ticarileştiriliyor. Sanatın ve sanat ürünlerinin bundan fazlasıyla payını aldığını görmemek için kör olmalı. Bu işin bir ekonomisi var, hem de milyonlarca dolarlık bir para havuzu. İktisatçı Don Thompson Sanat Mezat kitabıyla konuya burada dahil oluyor; “sanatseverliğin” nasıl bir satın alma ve biriktirme fetişizmine dönüştüğünü irdeliyor.

TACİRİN MARİFETİ: PARA
Thompson’a göre müzayede, sanatın değerlendirildiği tüm alanların önünde. Sanatçı da buradan hareketle “girişimci”ye dönüşüyor, sanat da epey bir lükse. Bu süreçte “sanatsever” ve biriktirici azınlık zenginleşirken sanat ürünü yaratanlar, o topluluğa göre yoksullaşıyor veya kaybediyor. İyi de nasıl?

Thompson, çağdaş sanatı “büyük müzayede evleri tarafından çağdaş sanat mezatlarında satılan eserler” toplamı diye tanımlayınca, markalaşmanın gücü beliriyor. Ünlü bir markanın ürettiği çanta, tasarım ürünü mü yoksa sanat mı? Duruma göre değişiyor elbette. Marka, fiyatı arttırıyor; böylece marka değeri ortaya çıkıyor. “Marka sanat” da diyebilirsiniz buna. Marka müzayede evleri de çağdaş sanatta katma değeri katlıyor sonuçta.

Tacir, müzayede evi ve marka ürünün (ya da “çağdaş sanat eserinin”) işbirliği sayesinde, satın alma ve simgeyi edinme güdüsüyle hareket eden kişi, farkına varıldığı için mutluluk duyar. Dolayısıyla kalite ve niteliğin önüne geçen şey tacirin, galerinin şöhreti ve eserin büyüklüğüne göre çektiği fiyattır. Markalaşma üç boyutlu hale gelir böylece: “Çağdaş sanat eserinin”, müzayede evinin ve eseri pazarlayan tacirin markalaşması. Tüm alış-satış fetişini yaratan temel formül bu.

Burada tacire küçük bir parantez açalım: Kendini “galerici” olarak adlandırmayı tercih eden; konusunun uzmanı olan ya da sadece çenesini kullanan tacirler, toplayıcı ve satıcı biçiminde çift taraflı çalışırken alıcı ve satıcılar adına aracılık işini de üstlenir. Bir tacirin nasıl markalaştığını anlatıyor tüm bunlar: Güvenilir görünme, sıkı ilişkiler, fiyat biçme ve pazarlama yeteneği.

Tacir ihtiyaçları belirleyip ona göre hareket edince, tacir arayan “sanatçı” ve “sanat” arayan paranın mükemmel birlikteliği oluşur. Tacir de işini iyi yapan bir “sanatçı”ya dönüşür. Herkes “tamamen duygusal” anlamda mutlu olur.

ÇAĞDAŞ SANATIN DÖRT GÖZ BEBEĞİ
Thompson’ın “büyük çağdaş sanatçılar” listesi oluşturma amacı hatırlı müzayedeci, küratör ve tacirlerin öznel tercihleri nedeniyle hüsran oluyor. Burada hangi çağdaş sanatçının hangi tacir tarafından temsil edildiği, hangi müzayede evi ve galerinin favorisi olduğu önem kazanıyor.

Tabii bu sırada markalaşmanın, sıradan olanın değerini yükseltmesi gerçeğiyle yüzleştiğimizi; gerçekten çağdaş sanat adına üretmeye baş koyanların karmaşada kaybolabildiğini de not eden Thompson, dört isim üzerinde özellikle duruyor: Damien Hirst, Andy Warhol, Jeff Koons ve Tracey Emin.

Bu dört ismin bazı temel ortak yanları göze çarpıyor: Öncelikle çağdaş sanatta yer sahibi önemli isimler. Ürettiklerinin yüksek fiyata pazarlanıp satılması da cabası. Dördü de marka; hem etiketlerindeki rakamlar hem de kopardıkları gürültüyle. Bir de, kendilerini toplumun ve piyasanın gözü önünde tutmayı başarıyorlar. Markalaştırılana kadar çağdaş sanatta bir hiç olan bu dört isim, şimdi sanat galerilerinin, müzayedelerin ve tacirlerin ağzını sulandırıyor. Kısacası pazarlama ve tüketimin ete kemiğe bürünmüş halinin dört örneği. Markalaşan koleksiyoncuların (örneğin Charles Saatchi) ve (Christie’s ve Sotheby’s gibi) müzayede evlerinin de göz bebeği.

Tacirlerin, temsil ettiği sanatçıyı ve eserlerini pazarlayabilmesi için Thompson’a göre en güçlü kalesi sanat fuarları. Tacir, müzayede evinde başarısızlığa uğradığında veya kazancını katlamak istediğinde sanat fuarlarında tüm hünerlerini sergiler. Bağlantı kurmak da eseri “hakkıyla” fiyatlandırmak da bu hünere dahil. Üstelik söz konusu fiyatlandırma yalnızca özgün sanat eserlerini değil, sahte ya da çalıntı olanları da kapsar.

Thompson, sanatçı, tacir ve sanat fuarı çevreleriyle yakın ilişkideki eleştirmenlerin neden beklenen derecede etkin bir aktör olmadığını sorgularken, onların çoğunlukla galeri ve sergileri gezmeyi teşvik eden kişiler olarak kaldığını ifade eder. Thompson’a göre eleştirmen, “bir sanat eserinin soyut önemi ve benzersizliğini, alıcılara rehber olmak için değil, editörden onay görmek ve yazdığı derginin reklam gelirini arttırmak adına tartışır.”

Thompson’ın kitap boyunca anlattıklarını bir sonuca bağlayacak belirleme şu: Çağdaş sanatın değerini belirleyen şey sanatçı, tacir, müzayede evi markalaştırması ve koleksiyoncunun egosu. Yoksa üzerine harcanan emek ve başka bir gözün bir yaratıyı büyük sanat olarak görmesi değil. İşte kazananlar ve kaybedenler böyle ortaya çıkıyor.

Sanat Mezat/ Don Thompson/ Çeviren: Renan Akman/ İletişim Yayınları/ 394 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 17.03.2011

Hiç yorum yok: