27 Ocak 2011 Perşembe

UCUBE YA DA GÖLGE GÖVDELER (*)
ALİ BULUNMAZ

Peşine takılıp gittiğiniz bir kelime size pek çok pencere açabilir. Uzun zaman sumenaltında kalan, anlamı ve işlevine dair hiç kafa yormadığınız ama es kaza birinden duyunca “böyle bir sözcük vardı” diye düşündüğünüz olur.

Kendi hesabıma “ucube” böyle bir kelime. Gecenin karanlığında bir tuhaf dostumun diline pelesenk olan, hatta nerede işitsem sadece o adamı hatırladığım bir kelimeydi ucube. (Dostumun bugünleri görerek “ucube”yi ağzına sakız ettiğini sandığımı da ekleyeyim). Ta ki Pierre Ancet’nin Ucube Bedenlerin Fenomenolojisi kitabıyla karşılaşana kadar. Felsefenin nüfuz alanlarını zorlayan bir adam Ancet; felsefecilerin fazla yüz vermediği ya da verse de belli etmediği konulara eğilmeye meraklı. Örneğin çalışma konularının ağırlık noktasını biyoetik, yaşlılık ve engel oluşturuyor. “Ucube bedenler” ise Ancet’nin özel ilgi alanı. Ucube Bedenlerin Fenomenolojisi de yoğunlaştıklarının ete kemiğe bürünmüş biçimi.

TEKİNSİZ VAR OLUŞ
“Ucube” denildiğinde, kimin aklına ne geliyor orası pek açık değil ama onda “ayrıksılık”, “uzak durulası bir korku”, acayip merak uyandıran bir “iticilik” var. En azından algılanışı böyle. Yıllar yılı yanlış kavranmış hatta nitelenmiş bedensel ve hormonal özellik ya da bozuklukları, “ucube” kavramı altında toplama gibi kolaycı bir yöntem geliştirilmiş. Algılamalarımızdaki ucubeliğin dışavurumu belki de bu. Ancet, kitabında bunları geniş geniş anlatıyor.

“Ucube”yi hilkat garibesi, iğrenç, cani veya tiksindirici gibi kelimelerle karşıladıkça, bize yaklaşan böylesine bedenlerin kusurlarını birkaç kat daha büyütüyoruz. Gözlerimizi kapatıp ya da başımızı başka yöne çevirip adeta kaçarak yaşadığımız suçluluk duygusunu defetmeye çabalıyoruz. Böylece günlük yaşamda fantastik dünyanın canlılarıyla yüzleşiyoruz bir anlamda: “Normal” insanın tuhaf gövdelere karşı geliştirdiği savunma mekanizması!

Ancet’ye göre ucube sorunsalının çekiciliği spekülatifliğinden kaynaklanmaz, “ucubeden bahsetmek bir parça dikizciliği kabul etmektir, bize dokunan varlıklar karşısında kendi tepkilerimizden bahsetmeyi kabullenmektir.” Dolayısıyla gözlemci, önüne çıkan böyle bir beden aracılığıyla kendi iç yaşantısını sorgulamaya koyulur: Bozuk şekilli beden, bireyin kendisini algılayışını etkiler.

Eksiklik (uzuv ya da parça yokluğu) veya fazlalık (yapışık ikizler, uzuv çokluğu…), bugün çoğunlukla sakatlık diye niteleniyor ama geçmişte bunun karşılığı “deli” ve “ucube”ydi. Yani, ucube çoğu kez başka bir kişiydi. Ancet’nin şüphesinin kaynağı bu: Ucube başka bir kişi mi gerçekten? Doğanın mı, yoksa “doğaüstü”nün ürünü mü? Eski algılamaya bakılırsa evet, hem başka biri hem de “doğaüstü”nün önümüze getirdiği bir beden. Kısacası, o günlerdeki algılamaya göre “tekinsiz.”

“Tekinsizliği”, anlaşılamamasından ileri gelir; Ancet’ye göre bir şeye ucube demek, “ortak bilginin ötesine” işaret eder; açıkça bir türe sokulamayana “ucube” denir: “Ucube, bir kategoriye girmeyi reddeder. Ucubelik hükmü, bu imkânsızlığın işaretidir.”

“Ucube” diye nitelenen bir gövde, Ancet’nin deyişiyle “görünen şeyin tam ortasında beliren ama eksik görünen” bir gölgeden farksız. Söz konusu gölge olma durumu, sakat veya ucube bedenin yüzeyde öteye gidişinin imkânsızlığını tetikler, engeller yaratır. Ucube bedenin algılanışı, beden ve görünüş nedeniyle ötekine ulaşmayı zorlaştırır. Engelli “parça” (ya da organ), başkasının insanlığını perdeliyormuş gibi bir izlenim uyandırır.

“ŞEKİLSİZ ÖTEKİ”NİN SULARINDA
Ucube nitelemesi her şeyin yanında, kararsızlığın ifadesi: “Yarı hayvan yarı insan, hem ölü hem de diri” gibi bir dizi açıklamaya da yönelebilir kişi. Ancet’nin değindiği bir başka sakat nokta, ucubelerin ebeveynlerinin olmadığı. Ucubenin dünyaya geldiği doğumun ardından anne-baba değil, yoğun suçluluk duygusu içindeki iki insan bulunur.

Böyle bir beden için kaçınılmaz biçimde “Bu beden nedir?” gibi bir soru filizlenir. Ancet için bu sorunun zihinsel açılımı “Bu bir kişi mi ya da kişi olabilir mi?” sorusuyla kendini ele verir. İşte burada gözlemci, ucubeyi reddeder, onun aracılığıyla insanlığından bir şeyler yitirir ve görüntüsüyle başa çıkabilmek adına, ucubeyi gerçekliğin dışına iter.

Bir kadının bir dana doğurması, çift başlı bir çocuğun dünyaya gelmesi, sakallı bir kadının varlığı veya eksik parmaklı adamların ortalıkta dolanması karşısında, neyin ne olduğunu incelemekten kolaylıkla kaçılabiliyor. Buna mucize, doğaüstü olay ya da ucubenin var oluşu da denebiliyor. Bir anlamda “başarısız” ilişkilerin ya da insanların gün yüzüne çıkması ve gündelik sahneden bir sapma bu.

Ancet, ucubeyi gerçekliğin dışına atmanın çeşitli yolları olabileceğini söyler. Bunlardan biri, sakat bedeni stereotip haline getirme. Öbürü, o gövdeyi estetik nesneye dönüştürme. Bir de hileli yanılsama var ki, Ancet, bunun istem dışı olduğunu belirtiyor: “Doğru mu gördüm?” veya “O bir insan mıydı?” soruları, bu yanılsamanın ilk işaretleri. Sonrası bilindik:

“Gözümün gördüğüne inanmayı reddederim: Onun da insan olduğunu bilmeme rağmen, hileyi aramaya devam ederim. Sahte ucubeler var olduğundan, çok yerinde olan bu şüphe, katılaşarak gerçekliğin bozukluğuna karşı bir savunma haline gelir.”

Ucube, kendini bedeninden kurtarmak istediğinde bu, deri değiştirme anlamına gelir. Aynı şekilde ucubeyi insanlıktan çıkarma da “onu, yaşayan bir ıskarta, atılması gereken bir şey olarak görme eğilimini ortaya çıkarır.”

Şunu baştan kabul edelim: Ucubeyle karşılaşma, hem merak uyandıran hem de benliği titreten bir rahatsızlık doğuruyor. Ama bu belli bir noktadan sonra, ucubeyi “evcilleştirme” eylemine evriliyor.

Beri yandan Ancet’ye göre “şekilsiz öteki”nin reddi, yalnızca görüntüyü reddetmek değil. Bu edim, “kişinin kendi bedeninin şekilsizleşmesine yönelik bastırılmış bir arzunun gerçekleşmesinden korunmak için yaptığı bir şey.”

Ucube, kişinin göremediği ve tanı koyamadığı bir durum olmanın ötesinde, “yakınlığından dolayı görmek istemediği şeye rahatsızlık verir.” Gözlemci, “bedeni hakkında ne kadar cahil olduğunun ayırdına varır ve kendi içselliğinin dağınık duygusuyla yüzleşir.”

Deforme beden travma demek. Ucube ise Ancet’ye göre, travmatik gerçekliğin kendi kendisini pekiştirmesi anlamına geliyor. Bedenin altüst oluşu, yani “ucubenin görünen formu” derin bir deneyime bahane oluşturur: Başkasının bozuk şekilliliği, kişinin kökensel bir uzamsallık kaynağı olarak kendi bedenine sahip olma duygusunu değiştirir; “kişinin kendi kendisiyle olan ilişkisinin belirsizliğini yeniden canlandırır.”

“SORUNLU BEDENLERİN” YARATTIĞI KAYGIYA EĞİLMEK
Ancet’nin belirttiği üzere, ucubenin bizi etkileyen yönü “beden olarak farkına varmadığımız ama bizde bulunmayan şeyle aşırı yakınlığı”dır. Böylesine bir bedenin gölgesinin kaynağı da kendi karanlık içini görmek istemeyen gözlemciyle açıklanabilir.

Ucube gövdenin ölmeden önce metamorfoza uğradığını ve onda hayatın içeriden yıkıma gittiğini de unutmamalı. Ucube beden her ne kadar “normal” bir bedenle aynı gelişimi gösteriyorsa da “hayatın olağan biçimlerine hakaret” olarak algılandığından vaktinden önce ölmesi dilenir.

İçi dışına çıkmış, içi dışı bir ya da altüst olmuş gövdelerin korku, merak ve tedirginlikle izlenmesi hem gözlemcide hem de gözlenende belli kalıpyargıların oluşmasına yol açıyor. Çünkü ucube beden, bir bakışta anlaşılamıyor. Organizma, normalde görülmek istenmeyen ne varsa (istemsiz şekilde) hepsini sergiliyor. Ancet’ye göre bu bağlamda ucube “sadece bir iç.”

Altüst olmuş olsun, farklı ya da “tiksindirici” diye nitelensin, ucube sorunsalı bizi, bedensel temsiller aracılığıyla, gövdenin ayrıksı boyutlarının incelenmesine, kendiliğin başka yüzlerinin keşfine götürür.

Ancet’nin çabası, antropolojiden psikanalize, estetikten epistemolojiye kadar uzanan geniş alanda ilkin doğasının sorgulanması gereken “sorunlu bedenler” yüzünden oluşan kaygılara eğilmek. Ancet’nin anlattıklarından sonra kimi sorular eşliğinde ayna karşısına geçiyor gibiyiz: Acaba ucube bedenleri görecek miyiz? Daha da önemlisi, onları görüyorsak nasıl yaklaşıp algılayacağız? Ucube sorunsalında çözüme giden yol, bu soruların yanıtlanmasından geçiyor sanki.

Ucube Bedenlerin Fenomenolojisi/ Pierre Ancet/ Çeviren: Ersel Topraktepe/ Yapı Kredi Yayınları/ 180 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 27.01.2011

Hiç yorum yok: