29 Mayıs 2009 Cuma

“GEÇMEYEN GEÇMİŞ ZAMAN” (*)
Ali BULUNMAZ

Günlük, kim ne derse desin “an”ın geleceğe taşınmasıdır. Bir başka söyleyişle, “an”ın veya “an”ların ölümsüzleştirilmesi, sonsuza aktarılmasıdır. Bu bakımdan fotoğrafa benzer. Deklanşöre basıldığı dakikanın donması gibi, “an”ın yakalanıp iletilmesidir günlükler.

Ortaya çıkıtığında veya yayımlandığında, kaleme alındığı günlerden anlamlar da taşıyabilir. Ancak pek az değişen özelliği anlatıcısının yaşadıklarına, gününün koşullarına ve olup bitenlere tanıklığın önemli bir belgesi olmasıdır.

Uğur Kökden'in 12 Mart Günleri ismiyle yayımlanan günlükleri de böylesine bir tanıklığı ve yaşanmışlıkların satırlara dökülüşünü yansıtıyor ve o, günlüklerine “Karşı-Günlük” adını veriyor: “Karşı-Günlük'te 'şimdiki zaman'yok. Orada donmuş bir zamanın hiç bozulmadan sakladığı, günümüze dek olduğu biçimde taşıdığı, bir tür özel anılar topluluğu var. Geçmek bilmeyen, bilmeyecek bir 'geçmiş zaman” (s. 8).

İÇERİDEN
Kökden, anlatmaya 1971 yılından başlıyor. Yılın ilk günlerinden, tutuklandığı yaz ortasına kadarki sayfaların tamamına “Giriş” adını koymuş. 12 Mart günü verilen muhtıra da, bu “Giriş”in dönüm noktası oluyor. Gelecek on yılı karmaşaya çevirecek gelişmeler de o gün başlıyor. Kökden notlarında bu günleri “perde arası; askerlerin bizi içine soktuğu can sıkıcı dönem” diye tanımlıyor (s. 17).

Darbe dönemlerinin “olağan” aramalarından birini geçirir. Gece gelen polisler her tarafı didikler, kitap ve mektupları götürür. Evinin aranmasından tam 13 gün sonra gözaltına alınan Kökden, kendisiyle aynı durumda olan arkadaşlarını görme fırsatı bulur.

Bu arada Muammer Aksoy'un tutuklanması karşısında defterine şu satırları düşer: “Muammer Aksoy'u 141. maddeden tutuklandılar ve az önce gölgeler ülkesine, yani bilinmeyene -Mamak'a- götürdüler” (s. 29).

Darbe dönemlerinin bir geleneği daha “Karşı-Günlük”te gözler önüne seriliyor. Sorgulama sırasında her şey kurgulanmış, oyun planlanan şekilde oynanıyor: “Savcı sonucu belirli oyunu, kurallarına uygun biçimde, etkili ve heyecanlı bir örneğini sergileyerek oynuyor. Aslında Olimpos'ta, hakkımızda çoktan karar verilmiş durumda. Bu seziliyor. Yalnız, ceza için uygun suç aranıyor. Hepsi bu” (s. 30).

Tutuklanıp, “gölgeler ülkesi” Mamak Cezaevi'ne götürülen Kökden, Mümtaz Soysal, İlhami Soysal, Muammer Aksoy, Sadun Aren gibi isimlerle birlikte kalır ve bu isimlerin bulunduğu yere “vitrin” dendiğini anımsatır (s. 33).

Kökden, tutukluluğunun ilk zamanlarında cezaevini ve oradaki işleyişi inceleme fırsatı yakalar: “Cezaevlerinin en önemli özelliklerinden biri, kuşku yok, zamana ve ivediye ilişkin yasaların bu coğrafyada geçerli olmayışı. En büyük güçlükse -hem fiziksel hem de psikolojik planda- sağlığı koruyabilmek” (s. 34).

Bu çabanın yanında bir başka gerçek daha satırlardan okuyucuya ulaşıyor: “[Cezaevinde] kocaman bir hiçlik denizinde insan. Duyarsızlık git gide bağımsız bir boyut halini alıyor. Yani bir çeşit ikinci doğa oluyor” (s. 38).

12 Mart'ın ve genel anlamda darbe zamanlarının hukuk tanımaz havası, Kökden'in cezaevi notlarından yansıyor: “Askeri savcıların iddianameleri tam bir zavallılık örneği. Her türlü mesnetten yoksun, gerçek dışı, hukuk kavramıyla bağdaşmayan, yer yer gülünç sayılacak belgeler” (s. 62).

İnsan cezaevinde ne durumdadır? Kendini ve başkalarını nasıl görür, ilişkileri nasıldır? Kökden'in notlarında buna dair belirlemeler de bulunuyor. Kendi deneyimlerinden hareketle, tüm tutuklularda üç aşağı beş yukarı görülen tepkileri okuyucuyla paylaşıyor: “Cezaevinde dört duvardan başka bir de herkesin kendisi için çizdiği görünmeyen ve gizemli bir daire var. Artık o kapalı çizgi, aynı zamanda sahibinin düşüncelerinin de dış sınırıdır; sürekli, insan bu kapalı dairenin içinde düşünür” (s. 67).

“AKIP GİDEN GÜNLER MEZARLIĞI”
Kökden'in “içerideki” notları bir bakıma cezaevindeki ruh halini yansıtan çözümlemeler de içeriyor: “Demir parmaklıklar, özgürlük gecesine sınır koyarak zaman ve mesafe kavramlarından yoksun bir yaşantının dışa açılan penceresi gibidir. Demirler bir sınır taşı: Tutuklamalarla özgür gece arasında. Çünkü 'içerideki' insan için kum saati mekanik düzenliliğini yitirir” (s. 120).

Bu durum, cezaevinin, özellikle de baskı dönemlerinde, nasıl daha bungun ve boğucu olduğunu gösterir. Kökden'in bir tanımlaması daha var söz konusu durumla ilgili: “Cezaevi gerçekte, bir çeşit akıp giden günler mezarlığı” (s. 126).

Cezaevi ya da tutukluluk, aynı durumda olan pek çok kişiyle hem mekân hem de içinde bulunulan durumu paylaşmak anlamına gelse de asıl olan, zamanın eziciliği ve yalnızlıktır Kökden'in tutukluluğa ilişkin çiziktirmelerinde bunu görmek mümkündür.

Bu yıkıcılık ve yalnızlık, özgürlüğü özlemenin ve dışarıya adım atmanın çekiciliğinin en başta gelen tetikleyicisidir. Üstelik suçunun ne olduğunu tam da anlamayan veya kendisine, “günün özel koşulları” ya da darbe dönemi gereği suç yüklenenler için söz konusu tutukluluk günlerinin daha yorucu geçtiği notlardan kolayca anlaşılabiliyor.

Cezaevinde, umudun adı özgürlüktür ve defterlerde de bu açıkça görülür. Hastalık anında, güneşin pırıltısı veya yağmurun sesinde, özgürlük tutkusu ve isteği daha da canlanır. Kökden, özgür kalabilmenin “cezaevinin 'megalo ideası' olduğunu” ifade eder (s. 164).

Pek çok insanın pek çok ayrı suçtan ya da suçsuz yere yattığı ceazevi, dayanışmanın ve geleceğe özlemin hayat bulduğu bir mekândır. Kökden, 9 Mart 1972 günü yazdığı satırlarda bunu şöyle anlatıyor: “Cezaevinde, siyasetten çok dayanışmanın insanları birbirine bağladığı bu hüzünlü toplulukta, yalnız gelecekten söz edilir durmaksızın. Yine de herkesin sesi, o bilinmeyen gelecek önünde yalnız yabancılığın değil, yalnızlığın da buruk şivesini taşır” (s. 171).

Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan'ın idam edildiği gece, Kökden'in acı anıları arasındadır. İdamlar ve bunun üzerine koğuşlarda yankılanan haykırışlar, ona şu satırları yazdırır: “1971-72 Türkiyesi'nde insan, üstelik öz yurdunda olduğu halde, hiç katılmadığı -dahası kenarından bile geçmediği- kötülüklerin dahi suç ortağı durumuna düşürülebiliyor kolayca” (s. 183).

DIŞARIYA
Uğur Kökden, 19 Mayıs 1972 günü özgürlüğüne kavuşur. İstanbul ziyareti ve Side'ye tatile gidiş, kendi deyimiyle “işsiz ama aynı zamanda özgür günlerin” ilk edimleridir. Bu günlerde, Kökden'in vurgusu “özgür zaman” ve bunun ne anlama geldiği üzerinedir: “Özgür zaman, sanki yakın gelecek üstünde kazanılmış ya da üstüne gölge düşmeyecek bir zafer gibi” (s. 192).

Kökden'in “özgür zaman”ı mahkemeler, avukatlar ve davalarla örülüdür. Bunun yanı sıra mücadele devam eder; hem hayat hem de fikri mücadele. Yazılar, tartışmalar ve duruşmalardaki savunmalar: Hemen hepsi “özgür zaman”ı dolduran uğraşlardır.

“Özgür zaman”ın dolgunluğu ya da en azından cezaevi günlerine göre hareketliliği dikkat çekicidir. Bıraktığı yerden veya ara verdiği noktadan “özgür zamanı” yaşamaya başlayan Kökden, bir anlamda geleceğini kurmaya da hız vermiştir.

Uğur Kökden, 12 Mart günlerine içeriden; yaşananların tam ortasından bakıyor. Bakmakla kalmıyor, gün gün tuttuğu notlarla darbenin kuşatıcılığını, yarattığı etkiyi ve verilen mücadeleyi gelecek kuşakların değerlendirmesine sunuyor. 1970'lerin başı ve ortasına doğru, Türkiye'nin gelip dayandığı noktayı özetleyen Kökden, aynı zamanda geçmişle bugün ve gelecek arasında bağ kuruyor.

1972'de kaleme aldığı önsözde, bu kitabın nasıl oluştuğunu; düşünen, yazan ve bunları paylaşan insanların neden bedel ödediğini ya da onlara neden bedel ödettirildiğini şu sözlerle ifade ediyor: “Şu anda yazdığım her sözcük doğrudan öz varlığıma karşı girişilmiş tehlikeli bir oyunun üst üste konmuş taşlarını oluşturmakta. Ne ki, her yazar, sorumluluğunun bedelini ödemekle yükümlü değil midir?”

12 Eylül'ü hazırlayan 12 Mart sürecinin çembere aldığı isimlerden olan Kökden notlarıyla, darbenin kuşatıcılığını ve yurtsever aydınları nasıl baskı altına aldığını, tutukluluk ve sonraki salıverilme günlerini, hayata dair belirlemeleriyle birleştirerek anlatıyor.

12 Mart Günleri/ Uğur Kökden/ Yapı Kredi Yayınları/ 250 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 28.05.2009

Hiç yorum yok: