3 Haziran 2008 Salı

KADININ ÖZNELEŞME SÜRECİ
ALİ BULUNMAZ

Kadın sorunu, kadının birey olma yolunda verdiği mücadele ve bu mücadele sırasında karşılaştığı engeller, baskılar; horlanma ve yıldırılar, bir uygarlaşma sorunudur aynı zamanda. Kadının sesini duyurabilme çabası, bir yandan eşitsizliği ortadan kaldırma diğer yandan da kadına yönelik (özellikle cinsel) ayrımcılığın yok edilebilmesi adınadır. “Kadının itilişi onun doğasından değil, tarihten ileri gelir; tarih boyunca kozmolojiler, dinler, boş inançlar, ideolojiler ve edebiyatlar yarattıkları kadın imgesiyle böylesi bir itilişi hazırlamıştır” (s. 9). Bu anlamda kadının özneleşmesi (ve bağımsızlaşması), zorlu bir sürece işaret eder hale gelmiştir.

Kadının “Varoluşu”
Tarih öncesinin “sessiz” varlığı kadın, Neolitik Devrimle toplayıcılığa ek olarak, (tarımı ve tarım etkinliklerini çocuklarına öğretme gibi) yeni görevler üstlenmiştir. Aynı dönemde, kadının doğurganlığına vurgu yapılmış ve kadınlar “Ana Tanrıça” olarak adlandırılmıştır. “Ana Tanrıça” adı kadına, toprağın “bereketliliğinden” hareketle verilmeye başlanmıştır (s. 11). Neolitik devrin teknik gelişmeleri (sabanın bulunuşu, suyun ve rüzgârın gücünün keşfi), erkeği baskın hale getirmiş; işbölümü ve kentleşme zenginleşmeyi tetiklemiş, böylece “köle, kadın ve sosyal sınıfların durumu alçalmıştır” (s. 14). Atina site devletlerinde kadın tüm siyasi haklarından yoksun, “toplumdan çekilmiş, din ve aile ile ilgili görevlerini yerine getirmekle yükümlüdür” (s. 16). Eski Yunan’da vesayet altında olan ve yalnızca doğurması için evlenilen kadın, ikinci sınıf bir varlıktır.

Bu durum, ataerkil dinlerin doğuşuyla da sürmüştür. Musevilikte “ana” olarak yüceltilen kadın, erkekten aşağı statüdedir. Hıristiyanlık’ta “bekâretini koruyarak, kendini Tanrıya adayan” (s. 22) kadın figürüyle çokeşliliğe karşı çıkılıp, sadakat esas alınsa da; kadın “doğurmakla” görevlidir ve bu görev onu “dinsel kurtuluşa” ulaştırır (s. 23). İslamiyet’te ise Kuran’daki rol kalıpları durağandır ve kadınlar kamu görevinden uzaktır. Örneğin halifeliğin koşulu, “erkek ve Arap olmak”tır (s. 25). Kadın mirasta yarı yarıya pay alır, şahitliği için iki erkek gerekir; “bireyselliğinden korkulduğu için, cemaat toplumunun gelenekleri doğrultusunda örtünmeye zorlanır” (s. 26).

11. yüzyılda kilise, Avrupa’da kadınları iktidar ve kültür alanından uzaklaştırır; “vasiyet özgürlüğü elinden alınan kadın, ekonomik özgürlüğünü de yitirir” (s. 32). Böylece kadınlar meslek örgütlenmelerini gerçekleştirip, kendi içlerinden kraliçeler, başrahibeler, havariler çıkararak, Hıristiyanlığın derlenip toparlanmasına çalışırlar (s. 33). Bu başkaldırı da, engizisyon eliyle cezalandırılır.

Ancak Rönesans’ta (: insanın “mutlak özneye” karşı, bireysel özne olarak ayakları üzerinde durmaya başladığı dönemde), kadının özneleşme süreci için önemli bir adım atılır. Yurtsever hareketin baş aktörü olmalarından (örneğin Jeanne d’Arc) ya da yoldan çıkaran ve “şeytani kimliğinden ötürü” diri diri yakıldığı düşünüldüğünde (s. 42-43); o günlere dek “kocasının yaşamını kolaylaştırmak için eğitilen” kadın, Rönesans’la “güzelliği, bedeni, zarafet ve nazikliği keşfedilen” bir varlığa dönüştü. Bu da kadının bedeni ve ruhu için bir olumlamayı beraberinde getirdi (s. 47).

18.yüzyılda feodal düzenden, sanayi toplumuna geçişle birlikte, özellikle yeni dünyada (Amerika’da) kadınlar atılım gerçekleştirmiş; “toprak edinmeye, gazeteler kurmaya, otel ve okullar açmaya, hekimlik yapmaya başlamıştır” (s. 52). Bununla paralel olarak Rousseau, “kadının sevdiği insanı seçme hakkından” bahsederken (s. 56), Fransız Devrimi’nin ardından “evlenme ve boşanmanın yasalaşması” da, kadının durumundaki değişikliği imlemektedir (s. 57).

Vahşi kapitalizmin hüküm sürdüğü 19. yüzyılda, gerek hak arama anlayışı gerekse Marks ve Engels’in görüşleri sayesinde işçi kadınlar, düşük ücret ve işsizliğe; burjuva kadınlar da, siyasal ve ekonomik haklardan yoksun bırakılmalarına karşı harekete geçmiştir (s. 64). Bununla beraber 20. yüzyılın başında, “ılımlı” (aileye bağlı kadın modelini savunan) ve “radikal” (erkeklerle eşit haklara sahip kadın modeli sunma) şekilde filizlenen “feminizm”, kadın haklarının savunulmasında çığır açmıştır. Bu savunu, I. ve II. Dünya Savaşlarıyla sekteye uğramış ve kadınlar bu dönemde, daha çok toplumsal görevlerle gündeme gelmiştir. Bolşevik Devrimi’yle Rusya’da kazanımlar elde eden kadınlara (s. 91) karşın; Avrupa’da 1930’larda beliren faşist rejimlerde kadın “aşağı bir varlık” olarak değerlendirilmiştir. Ancak “asıl orduya katılarak, gerillaların yanında yer alarak ve üretime katkı sağlayarak” mücadelelerini sürdürmüşlerdir (s. 95).

Kısacası 20. yüzyılda, her koşulda belli bir şekilde ortaya çıkan feminizm ve çeşitli çalışmalar sayesinde kadınlar, cinsel kimlik, emek, hak ve özgürlükler ile eşitlik ana başlıkları altında özetlenebilecek konularda, bir örgütlenme ve bağlılık kurmaya çabalamıştır.

Türkiye’de Durum
Kadının dirilişine biraz rötarlı şekilde tanık olunan Türk toplumunda, kadına ilk zamanlar (: ilk Türk topluluklarında ve devletlerinde), şimdiki kadar olmasa da, değer verilmekteydi. Ancak Osmanlı’nın kendini göstermesiyle bu değer, giderek azalmış ve hem İslam’ın yaşamın her yönüne etkisi hem de ataerkil aile yapısı nedeniyle kadın, ikinci cins sayılmıştır. Kadın, medreselerde okutulmamış; sosyal yaşamdan dışlanmış, Tanzimat’a giden süreçte “kadınların çarşı pazarda renkli giysilerle dolaşmaları, edepsizlik olarak algılanmış” (s. 117), Tanzimat ve Islahat Fermanları’ndan en az payı yine kadınlar almıştır (s. 118). 19. yüzyılda kıpırdanmalar başlamış; edebiyatta ve basında kadın temalı kitap ve yazılar yayımlanmıştır. Jön Türkler, Avrupa’daki deneyimleriyle “Osmanlı’nın kurtuluşunu, kadının kurtuluşu”nda aramıştır (s. 120). II. Meşrutiyetle beraber kadınlar, cemiyetler ve dernekler kurmuş; feminizm hareketi, Osmanlı içinde kendine manevra alanı bulmuştur (s. 120).

Osmanlı’nın yıkılışı ve Cumhuriyetin ilanıyla kadınlar, yeni toplumda ağırlıklarını hissettirmeye başlar. Tevhid-i Tedrisat sayesinde laik eğitime geçilir ve erkekler ile kadınlar bir arada ve eşit eğitim olanağına kavuşur. Kıyafet Yasası, Medeni Yasa, Seçme-Seçilme Hakkı ve Ceza Yasası ile “cumhuriyet kadını” denilen, modern kadın anlayışı yerleşir. 1950’lerde Mecliste kadınların temsil oranı, 1930’lara oranla düşse de; 1960’ların ortalarından itibaren dünyada başgösteren gençlik ve bununla örtüşen kadın hareketleri, etkisini Türkiye’ye de taşımıştır. 1980’li yıllarda ise, gerek Türkiye’de gerekse dünyada feminizm büyük aşama kaydetmiş; birbiri ardına konferanslar düzenlenmiş, yayınlar yapılmış ve uluslararası toplantılar organize edilmiştir. Buradaki başlıca konu, kadına yönelik ayrımcılıktır; eşitlik ve özgürlük konuları da başlıca mücadele alanlarıdır. Ancak aynı dönemde Türkiye’nin yaşadığı hızlı değişim, belli kesimlerde “aileye” vurgu yapılmasını ve muhafazakarlığın da azımsanmayacak ölçülere varmasını, dolayısıyla “yazgıcılığı” beraberinde getirmiştir (s. 133).

Türkiye’de kadın denilince, “evlilik ve ailenin” akla gelmesi boşuna değildir; zira kadına “işlevsel” olarak bakılması, doğrudan bu kurumlarla ilintilidir. Kadınların evlenmelerine (özellikle kırsal kesimde ve kente taşınmış kırsal zihniyette, A.B) “aileleri karar vermekte ve kadının kendi rızası önemsenmemektedir (s. 135). Bu şekilde kurulan ailede ise, karı-koca ilişkisinde, ekeğin baskın rolü de yadsınamamaktadır.

“Gelenekler” ve “önyargılardan” beslenen kanaatler yüzünden, kadının iş yaşamındaki konumu hâlâ erkeklerin düzeyine ulaşmış değildir (s. 139). Aynı olay eğitim için de geçerlidir. Son dönemde, kentlerde bunun büyük oranda aşıldığı görülse de; kırsal kesimde eğitim olanakları tam anlamıyla genişletilmiş değildir.

Bugünlerde kadını siyasal simgelerle göz önünde tutmaya çalışanlar da bu manzarada başrolü oynamışlardır. Siyasal İslam’ın simgesi türban, “özgürlük” olarak kabul ettirilmeye çalışılırken, kadının özgürlüğü erkekler üzerinden belirlenmektedir. Avrupa’da siyasal simge kabul edilen türban, ülkemizde kimilerince “özgürlük” biçiminde algılanmaya devam ediyor; bu şekilde laikliğin altının oyulması bir yana, bazı kadınlar bu hesaplaşmanın nesnesi oluyor / olmayı kabul ediyor; türban da “ithal bir meta” (s. 148) olarak günlük yaşamımızda kendine yer buluyor.

“Öteki” Kadınlar
Nüfusun artışı, özellikle Üçüncü Dünya’da, doğurganlığın artışını da tetiklemekte; bu da aile planlaması çalışmalarını sonuçsuz bırakmaktadır. “Genç yaşta evlilik, kadınları kalkınma programına katmamak, erkek çocuğa ulaşmayı önemseyen kültürler”; doğurganlığın artışında, dolayısıyla nüfus patlamasında önemli bir etkendir (s. 193). Bununla beraber ekonomik, çevresel ve sosyal sorunlar ortaya çıkmaktadır. O sosyal sorunlardan biri de seks köleliği ve kadın ticaretidir.

İlkçağ’dan bu yana gündemde olan bu “meslek”; her toplum içinde kendine yer bulmuş, yasak ve baskılarla daha da etkin hale gelmiştir. Günümüzde devletler fuhşa veya seks köleliğine bakış açılarını, kimi zaman “yasaklayıcı” kimi zaman “düzenleyici” kimi zaman da toptan kaldırıcı” yöntemlerle ortaya koymaktadır (s. 203). Küreselleşen dünyada, fuhuş veya seks köleliği ile kadın ticareti de küreselleşmektedir. Bu da kadını, suç örgütlerinin vazgeçilmez nesnesi kılmaktadır. Yoksulluğun ve eşitsiz ekonomik yapının tetiklediği seks köleliği ve kadın ticaretinin önlenmesinde, ifade edilen etkenlerin yok edilmesi; bu işe mecbur kalan kadınların ekonomik düzeyinin üst seviyeye çıkarılması ve bilinçlendirilmesiyle mümkündür. Çünkü fuhuş “örgütlü bir suçtur; fuhuşla ve kadın ticaretiyle mücadele, sosyal bir görevdir, suç ve cinayet salgınına karşı savaş için de, bu zorunludur” (s. 207).

“Kadın Doğulmaz, Kadın Olunur”
Kadının özneleşme sürecindeki en önemli engel, cinsiyetçi ayrımcılıktır. Kadının, erkeğin bir adım (hatta bazen birkaç adım) gerisinde kalmasına yol açan bu olgu, özellikle feminizmden doğan tepkilerin yayılmasıyla, istenen düzeyde olmasa da, gerilemeye yüz tutmuştur; kadının sosyal yaşamda ve iş yaşamında, sesini daha çok duyurmasına katkıda bulunmuştur. Ancak Simone de Beauvoir’ın deyişiyle, “ikinci cins olmaktan” çok da kurtulamamıştır kadın: Bu bağlamda Beauvoir, “kadının doğası”na karşı çıkmıştır (s. 217).

Beauvoir’dan Türkiye’ye sıçrama yaptığımızda, ülkemizde “kadın olarak doğan” kadınlarımız; özellikle Cumhuriyet dönemiyle özneleşme sürecine girdi. 20. yüzyılın Türk kadını, atılım yaptığı Cumhuriyet döneminden, bugünlere gelene dek ve günümüzde de çok çeşitli sorunlarla, tepkilerle ve olumsuzluklarla karşılaştı / karşılaşmaya devam ediyor: Cinsel bir obje olarak görülüyor, töre ve geleneklerle şiddete maruz bırakılıyor; hapsedilip öldürülüyor ve nihayet siyasal bir nesne biçiminde algılanıyor. Bu yüzden ülkemizde kadının özneleşme süreci elbette, kimileri tarafından karşı çıkılıp, yadırganacak öğelerle dolup taşıyor. Fakat bu dolup taşma durumu, aynı zamanda (tepkiler yaratmasıyla) olumsuzlukların bertaraf edilip, kadının en başta insan (: birey) olarak değerliliğini gündeme getirecek; erkeğin kadına bakışıyla beraber, kadının kadına bakışını da etkileyecek (ve belki de değiştirecek) bazı önemli örnekleri içinde barındırıyor.

Tarihimizde Halide Edip Adıvar’ın, Sabiha Sertel’in, Türkan Saylan’ın, Duygu Asena ve diğer pek çok önemli öznenin, göstermeye çalıştığı da bu değil midir? Server Tanilli’nin çabası da (zihniyet değişimi adına), bu tarihsel akışın ve devam eden sürecin, gelecek kuşakları aydınlatması için önemli bir adım niteliği taşımaktadır.

Ne Olursa Olsun Savaşıyorlar / Server Tanilli / Alkım Yayınları / 256 s.

Hiç yorum yok: