17 Haziran 2008 Salı

LİMONUN ACI TADI…
ALİ BULUNMAZ

Sessiz sakin ve kendi halinde birinin, işlediği korkunç bir cinayet sonrası gizil şiddet eğilimi ve sorunlar ile geçmişten ve anlaşmazlıklardan söz açılışına sık rastlanır. Cinnet veya bunalım denilip dosyanın kapatıldığı da olur. Yıllarca bir arada ve barış içinde yaşamış halklar arasında şiddet filizlenip, çatışma ve en sonunda da bölünme / ayrışma / parçalanma ortaya çıkınca bunun adı, siyaset ve çıkar ilişkisinden başka bir şey değildir.

Kıbrıs da işte bu vahşi siyaset ve çıkar ilişkilerinin yarattığı acı sonuçları tatmıştır tarih boyunca. Osmanlı’nın son dönemlerinde, stratejik ve coğrafi önemi daha belirgin biçimde fark edilen Kıbrıs, İngiliz-Yunan oyunlarının uygulama alanı haline gelince, ada halkı arasında “doğal” olarak gerilim baş göstermiştir. Türk nüfusuna yönelik sistematik saldırılar ve ekonomik açıdan zayıflatma girişimleri, “Enosis” ile teorik bir zemine kavuşmuş ve 20. yüzyılda daha da keskinleşmiştir. 1950’lerde Rumlar, “akıl hocalarının” çalışmalarıyla “Enosis”e daha sıkı sarılırken, kilise-komünist işbirliği de bu bağlamda yoğunlaşmıştır. 1955’te Rum terör örgütü EOKA’nın kuruluşuyla, iş silahlı eylemlere vardırılmış; Kıbrıs Türklerini hedef alan EOKA, adayı Türklerden arındırma ve “Enosis”i gerçekleştirme gibi amaçlarla yola çıkmıştır. Buna karşı, Kıbrıs Türkleri de kendilerini korumak için, Türk Mukavemet teşkilatını kurmuştur. Artık söz konusu olan silahlı eylemdir ve Lawrence Durell de, bu yıllarda (1952-1956) Kıbrıs’ın geçirdiği dönüşüme tanıklık etmiştir.

Kıbrıs’a Geliş
Kıbrıs’a ayak basan Durell’i etkileyen ilk şey, adanın tam anlamıyla bir kültür kavşağı oluşudur. Dinler, halklar ve yaşayış biçiminin çeşitliliği ama bir o kadar da benzerliği ile adada bıraktığı izler, Durell için canlı bir tarih kitabından başka bir şey değildir. Ancak adadaki İngiliz egemenliğinin kuşatıcılığını, memurlara yönelttiği sorulara İngilizce yanıt alışından ve Rum memurların (ve “köylü olmayanların”), Yunanca konuşmayı “küçümsemesi” biçiminde betimler (s. 23). Fakat halkın, Yunan-İngiliz işbirliği ve İngiliz desteğine kuşkuyla bakışına daha ilk günden tanıklık eden Durell, “İngilizlerin gitmesini istemiyoruz, ama dostumuz olarak kalsınlar, efendimiz olarak değil” serzenişiyle karşılaması (s. 28), politikacılar ile halk arasındaki görüş farklılığını gözler önüne sermektedir. Politikacıların pragmatik “özgürlük” söylemi ile halkın başlardaki yalın özgürlük istemi arasındaki çelişki de kendini göstermiştir böylelikle.

Politikacıların aksine, adadaki iki halkın gündelik ilişkilerini özetleyen önemli ayrıntılardan biri de arkadaşı Clito’nun, Durell’i ev alması için bir Türk’e (Sabri’ye) yönlendirmesidir (s. 50). Aslında Durell’in, Sabri ile Kıbrıs’ın doğal dokusunu tatması, insanlarıyla ilişki kurması ve iki kültürün iç içe geçmişliğini kavraması, Akdeniz’in insancıl yönünü gösteren çarpıcı bir örnek olarak not edilebilir. Bu örneği perçinleyen ise, Sabri’nin Durell’e söylediği “Kıbrıs küçüktür, hepimiz dostuz, çok farklı da olsak” sözüdür (s. 80).

Enosis çılgınlığının, ayrılık tohumlarının ve şiddetin alevlenmediği yıllarda, Durell’in anlatımıyla Kıbrıs , Türk-Rum kaynaşması ile şarap, zeytin ve doğanın bileşiminden oluşan, Doğu Akdeniz’deki bir yeryüzü cenneti görünümündedir. Bu manzarayı tamamlayan, tarihin adada ayakta bıraktığı manastır, kale ve kiliseler ile anıtlardır.

Kuyuya Atılan Taş
Durell’in Kıbrıs’taki bir başka dostu Alexis’in “Yunanistan, Kıbrıs’taki bazı din adamlarının ‘Kıbrıs sorunu’nu baskı aracı olarak kullanmasına seyirci kalmayacak” şeklindeki belirlemesi (s. 127), yaşanacakların ilk işareti biçiminde yorumlanabilir. Bilinçli Rumların Enosis’in sakıncalarını görüşü ve bunun uygulanması halinde, varolan barış ortamının bozulabileceği endişesi de, aynı dönemin ürünüdür. Alexis bunu şöyle özetlemiştir: “Milliyetçilik gözlüğüyle dünyaya bakan insanları mantık ölçüsüne vuramazsın; burada alevlenebilecek bir şey var” (s. 128).
Kıbrıs’ta bulunan eski devlet görevlilerinin, günden güne güçlenen Enosis’i ciddiye almamaları Durell’in anlatımıyla tam bir “yargı hatası”dır (s. 133). Öğretmenlik yaptığı okulda Bağımsızlık Günü’nde karatahtaya yazılan “özgürlüğümüzü istiyoruz” sloganı gerilim ve fırtına öncesi sessizlik ile bu istemin, nasıl kullanılıp başka noktalara götürülebileceğinin de göstergesidir (s. 143). Okullardaki manzaranın, “hem Britanya karşıtlığı hem de Enosis’i çaresizce onaylama” haline bürünmesi, Durell’in dikkatinden kaçmamıştır (s. 145). Bunlara ek olarak, Kıbrıslıların özgürlük isteğinin politikacı ve din adamlarınca hep gündemde tutulması, o dönem günlük yaşamı ve kafaları meşgul eden en bilindik konulardır. Ancak yetişen yeni neslin kontrolünü kaybetme ihtimalinin fazla önemsenmemesi, Durell’e göre bir ihmaldir. Karşılıklı konuşma sırasında öğrencisi Paul’ün “İngiltere özgürlüğümüz için ölmeye hazır olduğumuzu kanıtlamamamızı mı bekliyor?” sorusu, yaklaşan olayların habercisi gibidir (s. 146). Durell’in İngiliz egemenliği ile ilgili özeleştirisi; Kıbrıs’ın siyasi ve ekonomik yoksulluğu saptaması ise, olayların yönlendirilişinin altında yatan başkaca unsurların varlığını da gün ışığına çıkarmaktadır.

Adanın her yanında görülmeye başlanan Enosis bildirileri ve ona karşı çıkanların “sapkın” veya “hain” olarak damgalanması yanında, Kıbrıs’ın özgürlüğünün “birlik”ten geçtiğine inanan Kıbrıslı ve Yunan özcü demagogların diş göstermeye hız verdikleri dönemdir sözü geçen yıllar. Buna Atina Radyosu’nun kışkırtıcı, kin ve düşmanlığı körükleyen yayınları da eklenmiştir. Adada beliren küçük isyanlar ise, bu kışkırtmaların ilk sonuçlarıdır. Üstelik 1956’da Kıbrıs polisinin yetersizliği ve donanımsızlığı, ayaklananlara güç vermeye başlamıştır bile. Kimi Yunan gazetecilerin “Kıbrıs’taki İngilizleri Britanya; Yunanlıları ise Yunanistan hükümetinin kuklası” olduğunu anlaması da, o noktadan sonra pek bir şey değiştirmeyecektir (s. 175).
Kıbrıs’ta tırmanan şiddetin en ön saflarında lise öğrencilerinin bulunması, Durell’in öngörüsünü doğrular niteliktedir: Öğrenciler kontrolden çıkmıştır ve önlerine set çekilememektedir. Duvarlara “kan dökeceğiz” ya da “Enosis, İngilizler gitsin” diye yazanlar / yazdırılanlar da onlardır. Buna karşı, Durell’in dostu Sabri’nin “Enosis gelirse dağa çıkar savaşırım” sözü de, Yunan kışkırtmaları ve ayrımcılık tohumlarının nasıl yeşerdiğini gözler önüne sermektedir (s. 191).

1 Nisan’da EOKA’nın “şaka gibi” başlattığı “özgürlük” harekâtı ve örgütün bildirisindeki kararlılık, İngilizlerin adadan ne pahasına olursa olsun çıkarılacağını belirtmekte (s. 200); Yunan Radyosu’nun “özgürlük için kan dökülmesi gerektiğini” vurgulaması da, her şeye tuz biber ekmektedir. Lefkoşa’da birbiri ardına patlayan bombalar, kurulan pusu ve düzenlenen baskınlar, EOKA bildirisi ve Yunan Radyosu’nun kışkırtıcı yayınlarının bir pratiğini oluşturmaktadır. Londra’daki Üçlü Konferans’ın, Kıbrıslı Rumlar ile Yunanlıların istediği gibi sonuçlanmamasının doğurduğu kin ve Yunanistan’da “ılımlılık” sayılan; sorunun kan dökülmeden çözümüne yönelik her önerinin “vatanseverliğin” karşısında konumlanması, Durell’e göre çıkmaz sokağa giriş demektir (s. 215).

Bombalama yüzünden tutuklanan öğrencisi Paul’ün, Durell’e “hepimiz EOKA’cıyız” ve “bombayı kiliseye, evde oynayan çocukları öldürmemek için attım, üzgünüm” demesi (s. 218), ortamdaki trajediyi imlemektedir. İşte Durell’in çıkmaz sokak şeklinde nitelediği tam da budur. Olanın adı terörizmdir; Durell, bunu şöyle ifade eder:

“Terörizm hayatın gündelik işlemlerini etkiler. Bilerek işlenen cinayet, pusu ya da el bombası korkusu hiç değilse arındırıcı bir şeydir-içlerinde merhamet ve korku, bunların bir şekilde baş edilebilecek eylemler olduğu bilinci vardır. Ama terörizmin en kötü yanı kuşkudur-sizi durdurup sizden yardım isteyen bir adam, dingili kırılmış, yardım isteyen bir at arabası, ağaçların arasında yalnız başına duran bir orman memuru, güneş battıktan sonra bir köye dönen üç genç, ay ışığında bağıran ve açıkça duyulmayan bir şeyler söyleyen bir çobanın sesi, gecenin ortasında çalan bir zil. İnsan ilişkilerinin temelini oluşturan güven zinciri tamamen kopmuş durumda-işte terörist bunu biliyor ve bunun üzerine gidiyor; çünkü onun birincil amacı savaş değil. O kendi işlediği suça karşılık genel olarak topluma misillemede bulunulmasını istiyor, böylece masum insanların payına düşen bu cezalandırmanın yarattığı öfke ve küskünlüğün, kendi saflarına katılacak yeni asker adaylarının yavaş yavaş artmasına yol açacağını umuyor” (s. 235).

Sığ siyaset, kışkırtma ve tırmandırılan şiddet: Artık geçerli olan bir insan avıdır. Bu avın kurbanlarından, Durell’in arkadaşı Panos’un sözleri çarpıcıdır:

“Böyle günlerde, böyle yerlerde bütün bunların bir anlamı var mı? Milliyetmiş, dilmiş, ırkmış? Bunlar büyük ülkelerin icatları. Aşağıya bak ve Kıbrıs krallığında hüküm sürmüş bütün kralların adlarını say; buraya adım atmış bütün fatihlerin adlarını-kendileriyle ilgili pek az kayıt olanların adlarını bile! Şimdi bizim yaşıyor olmamızın, onlarınsa ölü olmasının ne önemi var-projektör ışıklarının altına bir an için bizler itildik, bu çiçeklerin zevkini yaşamak için, bu ilkbahar esintisinin…bana mı öyle geliyor?..Bu esintide limon tadı var, limon çiçeği tadı” (s. 245-246).

Kuyudaki Taş
Kıbrıs’ta yaşananlara bakışı bağlamında, Türklerin salt Rum yönetimine razı olmayarak çözümsüzlüğü yarattığına ilişkin hafif yollu iması, Durell’in olayı İngiliz tarafından yorumlamasıyla ilişkilendirilebilir. Ama bu bile, Kıbrıs’ın Acı Limonları başlığıyla çekip çevirdiği anılarının anlatımındaki iyi niyete gölge düşürmemektedir. Zaten Önsözde “siyasal bir kitap değil bu, yalnızca 1953-1956 arasında Kıbrıs’ta yaşanan zor yıllar sırasında adaya hakim olan atmosferi, ruh hallerini yansıtmayı amaçlayan, biraz izlenimci bir çalışma” deyişi de bunu gösteriyor (s. 11).

Durell’in belirlemelerini değerli ve dikkat çekici kılan, o yıllarda başlayan çalkantının sonraki süreçte tam bir düşmanlığa, Rumların Türklere karşı giriştiği katliamlara dönüşmüş olmasıdır. Barış Harekâtı’na kadar geçen sürede, adaya hâkim olan ve Rumlarca yaratılan vahşet ve işlenen insanlık suçunun, uluslararası alanda “haklı” çıkarılmaya çalışılması ve günümüzde Türkiye’nin, bu çaba doğrultusunda kıyasıya sıkıştırılıp tavizler vermeye zorlanması, hangi “özgürlük” isteği, “hak” kapsamı ve barış anlayışıyla bağdaştırılabilir?

Bugün atılan o taş hala kuyuda. Neden diye sormak anlamsız, çünkü her şey açık seçik ortada: Yunan demagogların yarattığı özcü ayrımcılığa dayanan yüzeysel siyaset izleği, Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin uzlaşmaz tavrı ile Türkiye’nin sağlıklı bir Kıbrıs politikası oluşturamaması ve olanı da terk etmesi, limonun tadını daha da acılaştırıyor. Son söz, “Acı Limonlar” şiirinden bir bölüm ile Durell’in:

“(…) en iyisi gerisini anlatmamaktır, / güzellik, karanlık, şiddet / bırakmalı saklasın onları deniz hemşireleri / onların uyku yadigârları / kıvırcık başı Yunan denizinin / koruyor sükunetini dökülmeyen gözyaşları gibi..” (s. 275)


Kıbrıs’ın Acı Limonları / Lawrance Durell / Can Yayınları / 277 s.

Hiç yorum yok: