6 Mayıs 2008 Salı

YİTEN YAŞAM, BİTMEYEN “DÜELLO” (*)
ALİ BULUNMAZ

“Heybesinde yılan işaretleri / baldıran zehiri yüzüğünün içinde / Ve yanında kav taşıyan ben / tekinsizim size göre / İbret için yakılması gereken.”
(Metin Altıok)

Yıl 1998 veya 1999 olacak, bir Cuma namazı sonrası Beyazıt Meydanı’nda toplanan cemaat, gösteriye hazırlanıyor. Ellerinde çeşitli pankartlar, ancak bir tanesi ilginç: Yok başka bir cehennem, yaşıyorsun işte. Yanlarına gidip sormaya imkân yok, kimin bu sözler, biliyor musunuz diye. Biliyorlar mıdır acaba? Bilseler yazarlar mıydı? Ve kimi, neyi protesto edeceklerdi, hatırlamak güç.

Sivas katliamında yitirilenlerin 13. kez anıldığı bu yıl, dinci bir televizyon kanalı, sokaklarda röportajlar yapıyor ve bir genç kız Sivas’ta öğrenci olduğunu belirttikten sonra ekliyor: “Sivas artık Madımak’la anılmamalı, burası güzel bir şehir”. Kimse Sivas halkının bütününü ve bir şehri sorumlu tutmadı bu olaydan. Ancak bu şekildeki bir istek, beraberinde bir tehlikeyi de getiriyor: Sivas’ı unutmak, unutturmak.

Sivas’a ilişkin her şey söylendi mi? Elbette hayır. Çünkü her şeyi söylemek (ya da söylediğini / söylendiğini sanmak) bir anlamda nokta koymak demek. Deniz Feneri ise bir nokta değil, bir noktalı virgül; hatta belki de bir emekleme.

Deniz Feneri
1987’de Behçet Aysan’ın, Abdi İpekçi Barış ve Dostluk Ödülü’nü kazandığı yapıtının adı Deniz Feneri. Hani “sabaha karşı böyle bir ağaç hışırtısı” dizeleriyle başlayan ve “uçmaya hazırlanan külrengi bir kuş” ile Girit’i, Selanik’i, taştan yolları, Barba Hristos’u, İşçi Mihali’yi anlattığı kitap. Kırık Bir Kurşunkalemin Şiiri’nde “yollar uzak ay bedir / sırtımda gümüş hançer / yürürüm de ölmem / kan damlatır karanfil / usulca mavi bir kar / kara geceye düşer / tutuşur fundalıklar / gelir kalbimi yakar” diye seslendiği kitap.

Eren Aysan ve Salih Bolat’ın hazırladığı Deniz Feneri (Behçet Aysan Kitabı) adlı çalışmayı kapağından okumaya başlıyorsunuz. Elinize aldığınızda ilk olarak gelincikler karşılıyor sizi: Hem bir yaban çiçeği hem de çok narin. Behçet Aysan’ı dostlarından önce, gelincikler anlatıyor.

Salih Bolat önsözde, neden bu kitabı hazırlamaya giriştiklerini “toplumsal belleğimize güvenmemek gerektiğini, yakın tarihimizdeki birçok olaydan anlamak mümkün” diyerek anlatıyor (s. 9). Behçet Aysan’ın 1979’da yazdığı “yağmur dindi sevgilim, bak dinle / her şey dindi, acıysa dinmemiş halde” dizeleri, Salih Bolat’ın belirlemesine katkıda bulunuyor.

Deniz Feneri’nin ilk bölümü “Anılarda” adını taşıyor. Dostlarının ve yakınlarının kaleminden Behçet Aysan’la yaşanmışlıklar ve onunla ilgili düşünceler dökülüyor. Ortak görüş bir şair, bir hekim, bir baba veya bir kültür insanından önce; bir insan ama çok iyi bir insan olduğu. Haydar Ergülen, “Behçet öldürüldüğü gün dünyadaki çok iyi şeylerin yetim kaldığını” ifade ediyor ve “Behçet’i yitirince kimsenin çok iyi olmasını istemedim (…) korktum çok iyilerin yazgısından, çok iyinin çok kötü düşmanı olur diye korktum (…) çok iyi şair bulunur bulunmasına da, çok iyi adam nereden bulunur?” diye ekliyor (s. 42).

Yukarıda sayılan tüm kimliklerinin ötesinde, bir insanla karşılaşıyoruz kitapta. Örneğin bir yolculuk sırasında, muavinin “ne iş yaparsınız?” sorusuna, “ben doktorum” diye yanıt veren Behçet Aysan’ın; muavinin “bi baksana, dizlerim çok ağrıyor” yakınışına, ben psikiyatrım anlamam gibisinden bir cevap vermek yerine, onun bu isteğini geri çevirmeyişiyle de yüz yüze geliyoruz (s. 77). Ataol Behramoğlu’nun da dediği gibi, adının önüne “sevgi sözcüğünün konulması gereken” bir insan ve şairdir Behçet Aysan:

sevmeyi unutmuşsunuz kardeşler / yalan her şey gibi / aşklarınız da / yaşamı ölüm / diye anlatıyorlar size / yalanı gerçek diye.
(Düello, s.96)

İnsanın ruhunu anlamaya yönelenler – sadece bir uzman veya hekim olarak değil; bunu öncelikle insan olarak yapmaya kalkışanlar - için, herkes en başta insandır. Hiçbir ayrım yoktur. İnsanlara küsmek için değil, onları anlamak için çabalamaktır bu yolun ilk adımı. Erendiz Atasü de, Behçet Aysan’ın bu yönünü vurguluyor: “O – belki hekimliğinin, belki psikiyatri uzmanlığının katkısıyla – ama asıl kendi kişilik yapısının doğrultusunda, o meşhum günde bile katillerinden nefret edemedi” (s. 63 – 64). Bir diğer deyişle, Ece Ayhan’ın, kitabın ikinci bölümündeki (Mektuplarda) öğüdünü tutuyor, her ne kadar yaşamda hüzün ağır basıyor olsa da. Ece Ayhan mektubunda şöyle sesleniyor: “Sana karamsarlık filan önerdiğimi sanma Behçet, hayır. (İkisi arasında bence bir ayrım yok). ‘Şiire’ ve ‘insana’ iyice bak diyeceğim sana" (s. 129). Kitabın “Şiirinde” adlı üçüncü bölümünde, Vecihi Timuroğlu’nun deyişiyle “insani olan her şeyin şairi”dir Behçet Aysan (s. 144). Bütün yaşamları bilmek isterdim / ilginç geliyor bana bir gemicinin anlattıkları diyerek, o gemiciyi önemsemesi ya da Yalova termal yolunda / çiçek satan çiçekçi kız’ı anlatması da bundandır. Her ozan gibi o da çağıyla ilgili sorumluluklarının bilincindedir ve bu nedenle bir “deniz feneri”dir. Mustafa Şerif Onaran’ın belirttiği gibi “yüzümüzü ağartan bir çağ değildir” yaşadığımız (s. 52).

puslu bir gündü, yıldönümü nagazaki’nin / ve taşıyordum yanımda tıp kitaplarıyla Radyoaktivite’yi / genişletiyordum gülüşünü / güzelim bir kız çocuğunun / sarışın, gözleri çimen yeşili / bu çocuk da ölebilirdi / kalırdı sadece / yeşil bir çuhada kırmızı kan izleri.
(Düello, s.67)

Aynı sorumluluk duygusu, Sesler ve Küller adlı yapıtını, “yüz yıldır ülkemizde güzel bir gelecek için / seslere ve küllere, zincirlere ve ölümlere / bütün acılara” ithaf etmesini sağlamıştır. “İnsani olan her şeyin şairi” olması, yaşamda ne varsa hepsinin şiirine yansıması gerçeğini beraberinde getirmiştir. Kimi zaman “aşk da acı da her şey ama her şey geçer (…) tortusu kalır” ; kimi zaman “güvercinler başka bir ülkeye göç etmişlerse” diye bir korku sarar her yanı; kimi zaman da “biliyorum bunu, gideceksin / yine yakında / seni artık hep uzak şehirler / anacak (…) giderken kazağını unutma sakın / ölüler de üşür” diye bir yolculuk olur yaşam.

“Benim o hep fırtınalarla boğuşan ruhum / yorulmuyor yaşamaktan” dizeleri ise umudu imler. Hiçbir hüznün ve hiçbir acının aşındıramadığı umut, bir başka Behçet Aysan şiirinde karşılar bizi:

biliyorum yarın diye bir şey var / çeliğin su katılmamış yanı / ırmakların geçilecek, fırtınaların dinecek / bir yanı var / ömrümüzün belki bir gün gülecek.
(Düello, s. 155)

Ölümü “beyaz bir gemi”ye benzetebilecek kadar dingin; yaşamı “düello”yla özdeşleştirecek kadar da gözü pek bir insanın – ve diğerlerinin – neden öldürüldüğünü anlamak zor değil Deniz Feneri’ni okuduktan sonra.

Bir Fotoğraf
“ (…) Önemli olan kalıcı şiir söylemektir. Kendi toplumundan yola çıkarak, evrensel ölçekte, aynı sorunları olan insanlığın nabzını çağcıl değerler içinde elinde tutar şiir (…) Bugünden geçmişi kavramak ve geleceği sezme vardır onun dokusunda” diyor, Nisan 1984’te, Cumhuriyet’te Işık Kansu’yla yaptığı röportajda Behçet Aysan (s. 183). Şiirinin, toplumsal gerçeklikle kopuk olmaması bir yana, bu bağ hiçbir zaman haykırışla ete kemiğe bürünmemiş, hep sakin ama aynı zamanda isyanı içinde barındıran bir biçemle bizi buluşturmuştur. Aynı söyleşide “istiyorum ki, bağırmadan usul sesle söylensin şiir. Usul sesli bir çığlık olsun (…) Savaş tamtamlarının çaldığı, açlığın ve toplumsal dengesizliğin akıl almaz boyutlara vardığı bir dünyada, şair yüreği ve beyniyle tedirginliği, kederi de anlatmak zorundadır. Tıpkı umudu anlattığı gibi. Umutsuzluğa yenilmeden” diyerek, ilerlediği yolu özetliyordu (s. 184).

Sevgi Özel, Behçet Aysan ile ilgili bir belirlemesinde, “şairler toplumun geleceğini görürler” diyerek onun sezgilerine gönderme yapıyor (s. 89). Tıpkı Sivas’ın “simgesi” haline gelen o fotoğrafta olduğu gibi. İnsanın bakarken yüreğini, anlatırken dilini ve yazarken elini acıtan o fotoğraf: Metin Altıok’un elinde yarım bir süpürge, bakışlarında bir dövüş hazırlığı; Uğur Kaynar hemen yanında eli çenesinde; önlerinde Behçet Aysan, yangın söndürme tüpünün hortumu avuçlarında, bir “düello” arifesinde. Kim çekmiş bu fotoğrafı ve kime göstermek istemiş? Burada korkudan öte, yaşanabileceklere bir hazırlık söz konusu. “Umutsuzluğa yenilmeden”; aksine gelecek, saracak ve yakacak düşmana karşı bir meydan okuma. Korkanlar, karedekiler değil; karenin uzağında, aşağıda kibriti çakanlar. Behçet Aysan ve arkadaşları, aslında korkakların kendisiyle değil, silahlarıyla savaşmayı bekliyor:

“dışarıdakiler de insandı / zafer çığlıklarıyla / yanan insanları seyredenler / içeridekiler de insandı / boğulan birini bırakıp gidemeyecek / onunla ölümü paylaşacak denli”
(Turgay Fişekçi, Dumanın D’si Boğulmanın B’si Çarkıfelekte Size Ölüm Çıktı)

İnsanlıktan bahsediyorlar çoğu kez, insanca davranmaktan. Sivas’ta, 1993’te, aydınları ölüme gönderenler “insanlar” değil miydi? O halde eksik bir yanımız var, Behçet Aysan da şiirleriyle bu yönümüzü tamamlamak için bir kapı açmamış mıydı? Bu eksik yön değil miydi, yangından sonra “Aziz Nesin de halkı kışkırtmış ama…” veya “otel dışındaki halkımıza zarar gelmemiştir” diye insanları konuşturan. Behçet Aysan’a kulak verelim: “Ölü denizler gibi ölü toplumlar da vardır. Duyarlılıkları nesneleşmiş, kendi öz gerçeklikleri yitmiş. Burada bireyler yalnızca dış dünyalarına değil de kendilerine de yabancılaşmışlardır. Edilgendirler, insansal tepki göstermezler” (s. 185). Böyle diyor, Yarın dergisinin Ocak’84 tarihli sayısında. Karanlık günlerin aydınlık yüzlü dostu ve şairi Behçet Aysan, Beyaz Bir Gemidir Ölüm adlı şiiriyle seslenmişti, 2 Temmuz günü:

yitik adreslere benzer / ölüm / yanık otlar gibi / sen bu şiiri okurken / ben belki başka bir şehirde ölürüm
(Düello, s. 192)

Ve Düello…
“(…) Sivas’ın anlamını soruyor kimileri. İşte diyorum Sivas bir aile hikâyesinde gizli. Sanki çok uzak bir geçmişte saklı kalmış, hiç yaşanmamış bir aile hikâyesinde. Ya da sadece benim bildiğim ve her kapı çalınışında babamdır, yanına annemi almış gelmiştir diye beklediğim”
şeklinde özetliyor yaşanan ve ona eklemlenen acıyı Eren Aysan (s. 119).

Sivas’taki manzaranın sonrasında “geride kalanlar”, Fethi Naci’nin şu sözlerini dillendirebilirler: “Hala ölümden korkuyorsanız, bilin ki gerçek acıyı yaşamamışsınız”. O gün Sivas’ta, Behçet Aysan’la birlikte 35 insanı öldürenlerin bu eylemi, cesaretin değil korkaklığın ürünüdür. Tevfik Şenyuva’nın “Behçet ettendi içtendi yanabilirdi” dizeleri, o gün yakıp yıkılanın ne olabileceğine dair ipuçlarını veriyor sanki. Ferruh Tunç ise bir adım öteye gidiyor ve “kayan yıldızlarla aniden sönen uygarlığımız / karanlığın sadakatine saklanıyor şimdi” dizeleriyle anıyor Behçet Aysan ve öldürülenleri.

bir yaz günü oldu bunlar / gri yağmurlar yağıyordu / çekildi bütün kılıçlar /
ben bir yanda rakip hayat / denizse köpürüyordu / ve şarkılar söylüyordu /
alabildiğine bir siren / ölmemi istemiyordu / ne parçalanmış bir ayna /
ne mum ışığı kalacak / birazdan gün ağaracak / her gece yeni bir düello /
her sabah yeni bir ölüm / hepsi bu şiire sığacak
(Düello, s.243)

O gün yaşanan neyin kavgasıydı? Ve hangi kavgadaki hangi dürtü o güruhu, insanları katletmeye götürmüştü? Bugün, Madımak’ta öldürülenlerin isimlerini tek tek sayabiliriz; belki birkaç şiirini veya yazısını da hatırlayabiliriz: Ama tam olarak yapıp – ettiklerini, ortaya koyduklarını ve ne yapmaya çalıştıklarını tüm berraklığıyla biliyor muyuz acaba?

“Türkiye bugün Sivas için ağlıyor mu? Yoksa kendini büyük bir unutuşa mı teslim etti?” diye sorunca Eren Aysan (s. 274), “düello” biraz daha farklı bir anlama bürünüyor. Yitmiş yaşam(lar)ın ardından bitmeyen, daha da dirençle sürdürülmesi gereken bir “düello”ya dönüşüyor.

Hemen bir başka soru daha var yanı başımızda: Acaba onlar yaşıyor da biz mi öldük? O gün orada boğulan, zehirlenen ve yanan, tek tek insanların, aydınların, sanatçıların ötesinde neydi? Bu kitapta, bu sorulara net yanıtlar bulunuyor. Adı da bu yüzden Deniz Feneri.

(*) Cumhuriyet Kitap, 24.08.2006.

Hiç yorum yok: