20 Mayıs 2008 Salı

“BİR SAVAŞ GÜNCESİ” (*)
ALİ BULUNMAZ

“Savaş, yok ettiğinden daha fazla kötü insan
ortaya çıkarttığı için berbattır.”
Yunan Atasözü

Bugün yaşanan savaşlar veya işgaller üzerine etraflıca düşünüyor muyuz? Düşünüyorsak bile yaşananlar karşısında utançtan yüzümüz kızarıyor mu? Bugün Afganistan’da, Irak’ta, Filistin’de veya Lübnan’da hâlâ kirli çıkar ilişkilerinden doğan hesaplaşmalar sürüyor. Ama her zaman olduğu gibi, hiçe sayılan oralardaki masum insanlar ve onların hakları. Artık kimse “bunlar bizi pek ilgilendirmiyor” deme lüksüne sahip değil. Çünkü şiddet her yanı sarıyor. Bu anda karşımıza korkunç bir soru dikiliyor: Acaba biz şiddete ve savaşa alışıyor muyuz?

Guantanamolaştırma
Terörün miladı nedir?: Gavrilo Princip’in Avusturya-Macaristan Arşidükünü öldürdüğü gün mü? Belki... Ya da Hitler’in Polonya’yı işgali? Olabilir. Yoksa 6 Ağustos mu? Ya 11 Eylül’e ne dersiniz? Soğuk Savaş’ın en hararetli günlerinde eğitilen Usame bin Laden’in askerlerinin, 90’lı yıllardan sonra “işlevsiz” ve “sahipsiz” kalarak, daha sonra “efendisini” vurduğu güne terörün miladı demek yanlış mı? Ancak bu deyiş, ABD’lilerin söyleminin aksine çift yönlü: Hem Laden’in El Kaidesinin hem de ABD’nin işgaller ve cinayetlerle yarattığı terör burada söz konusu olan. Sonuçta ikisi de yarattığı dehşetle birbirinden beslenen; tıpkı Soğuk Savaş’ta olduğu gibi, dünyayı “biz ve onlar” diye keskin ve kanlı çizgilerle ikiye bölen acı bir gerçek. Aynı zamanda çatışanın medeniyetler değil, çıkarlar olduğunu hatırlatan bir bölünme bu.

Tam bu noktada Güray Öz, anlatmaya bir soruyla başlıyor: “Medeniyetler çatışması olarak yazılmış ve sunulmuş olan, gerçeğe çok benzeyen bu filmin fonunda ekonomik çıkarların yattığını, Afganistan tepelendiği, orada ‘muti’ bir rejim kurulduğu zaman doğalgaz ve petrol yollarının ‘güven’ içinde aşılabileceğini görmek bu kadar zor mu? YDD Jandarması’nın kesin egemenliğini ilan ettiğini anlamadık mı daha?” (s. 27). Afganistan’la başlayan hesaplaşma; bir başka deyişle “demokrasi” ve özgürlük” kisvesi altındaki “intikam”, “öç alma” ya da “misilleme” harekatı (s. 29), Huntington’ın hazırladığı altyapı üstüne inşa edilmiştir:

“11 Eylül’de, ikiz kuleler kendi elleriyle büyüttükleri terör tarafından yıkılınca, ABD ‘kültürler savaşını’ artık başlatmaya karar verdi. Teorik altyapıyı Samuel Huntington yıllar önce hazırlamıştı. Eksik olan psikolojik altyapıydı. 11 Eylül’de olan da odur zaten. Bundan sonrası için gereken, küreselleşmenin olağanüstü olanaklarıyla dünyayı sarıp sarmalayacak bir rüzgarla kamuoyu oluşturmak ve oraya, petrol ve doğalgaz yollarının ortasına yerleşmektir. Bunun için de tüm dünyaya ‘bu dünyanın ağası benim, benden yana olmayan bana karşıdır’ demek gerekmektedir” (s. 47).

Bunun anlamı dünya jandarması tarafından, hukukun veya uluslararası sözleşmelerin dikkate alınmayacağıdır. Bir başka deyişle ABD, Afganistan ve Irak işgallerini “kendine hak görmüştür / görmektedir.” Burada Afgan ve Iraklı çocuk ve kadınların; bu savaşta katledilen ve yersiz yurtsuz bırakılanların hakkından (en başta yaşama hakkından), savaşın aktörleri neredeyse hiç söz etmemiştir. Böylece savaşın niteliği de aydınlanmış olmaktadır, Güray Öz’e kulak verelim: “Ortada bir savaş var, ama bu savaş uygarlıkla barbarlığın savaşı değil, bu savaş barbarlığın iç savaşı” (s. 30).

ABD, dün yarattığını bugün düşman edinmiştir. Fakat bu düşmanlık, beraberinde getirdiği “barbarlığın iç savaşıyla” sadece ve sadece çıkarların savaşı olduğunu gözler önüne sermiştir; bu savaşta ölen de yalnızca insanlıktır, insanlığımızdır. “Teröre karşı” denilen kirli savaşın kokusu oturma odalarımıza, yataklarımıza ve elimizdeki uzaktan kumanda yoluyla tüm vücudumuza sinmiştir. “Evrenin efendisi” ABD, yalnızca Afganistan ya da Irak’a değil; tüm dünyaya turuncu tulumları giydirmiştir. “Terörle savaş” ve “medeniyetler çatışması” senaryosundan bozma bu boğazlama hepimizi kuşatmış durumda: Kokuşmuş savaşa karşı çıkan herkes, bugün ABD’nin gözünde “öteki”ne dönüşmüştür.

“Şer Eksenindeki” İnsanlık
Daha Önsözde “hikayede her zaman iki kahraman vardır: Hayat ve ölüm. Sonunda hep ölüm kazanır, ama asıl kahraman hayattır” (s. 9) demedi mi Güray Öz? O halde utanmak için zamanımız var henüz. Ölümü ve öldürmeyi kahramanlaştırmaktan vazgeçmek için çabalamalı insan. “Aklın ve mantığın işlemediği bu zamanlarda” (s. 80), “bilinç ve kararlılık” kitabının (s. 81) satırları okunmalı.

Yaşanan acıların fotoğrafına bakmak, belki bu kitabın kaldırıldığı ücra köşelerden tekrar gün ışığına çıkarılmasını sağlayabilir. “Kitle imha silahı” yalanlarıyla bezenen, bunun sonucunda bugüne kadar 650 bin insanın öldürüldüğü ve mezhep çatışmalarının kol gezdiği Irak ve Ortadoğu’nun tamamındaki manzara, gözlerden uzak tutulabilir mi? Tutuluyorsa bu, Güray Öz’ün deyimiyle “bilinç kaymasından” başka bir şey değildir de nedir? Bu varolanı görüp, onun karşısına dikilmek “insana inanmak” (s. 89) biçiminde adlandırılamaz mı?

Bugünlerde Irak’ta yaşananları “sıradan bir iç savaş” gibi sunanlara ve durumun buraya nasıl getirildiğini unutturmak isteyenlere ne demeli? Her gün bombalarla, onlarca insandan etrafa dağılan parçalar mıdır demokrasi? İçlerinde, Türkiye’nin Irak’a asker göndermesini savunan Sororsçu kalantorları barındıran kimi “büyük” gazeteler, yaşanan şiddeti her gün sayfa sayfa verirken; neden orada olmamız gerektiğinin muhasebesini yeterince yapıyor mu?

“Ölümün ucuzladığı” (s. 118), ABD’ye direnenlerin “terörist” diye adlandırıldığı (s. 119) Irak’ta, yaşananları örten yalanlar yüzünden bugün her köşe başında, pazar yerlerinde ve güvenlik noktalarında şiddet gizleniyor. Yüz binlerce ölünün ardından ağızlardan “yanılmışız” sözcüğü ya da “strateji değiştiriyoruz” ifadesi bu kadar kolay çıkabilir mi? Yapılan işkencelerin, girişilen insan hakları ihlallerinin hesabını kim, hangi mahkemede verecek; daha da ötesi böyle bir mahkeme kurulabilecek mi?

Her şeyden de önemlisi hangi tarih, hangi tarihçi tarafından yazılacak?: “Tarih, ancak yaşanan hayat içinde kavranabilir (...) Üstelik geleceğin nasıl şekilleneceğinden önemli bir şey daha var; haklı olmak, yoksullardan, yoksul ülkelerden, sömürülenlerden, toprakları işgal edilenlerden yana olmak. Ne olabileceğini değil; neyin olması gerektiğini düşünmek, onun için çaba harcamak...” (s. 138). Zaten Güray Öz, bu yüzden “anlattığım aslında sensin” diyerek (s. 8); bir yerde sözüm sanadır uyarısında bulunmuyor mu? O halde beklemek niye?

Peki Ya Sonra?
Çağımızın unutturulmaya çalışılan en önemli kavramlarından biri de sorumluluk. Bu unutturma edimi, ortaya çıkan sonuçlar dikkate alındığında başarılı olmuş gözüküyor; çünkü “parçalanmış bir dünya resmi, halkın gerçeği görmesini engelliyor, çağımızın neoliberal aydınıysa bu parçalanmışlığın teorisyeni ve kendisini ucuz-pahalı satmaya hazır kölesi” (s. 180) olarak karşımıza çıkıyor. Medeniyetlerin çatışma senaryosunu yazan, sonra da buna yeni parçalama ve öldürüm satırları ekleyen aynı “aydın” değil mi? Yeni savaş havzaları yaratan / yaratılmasını destekleyen ve sonra da “barış şarkıları” ile “açık toplum söylemleri” dillendiren, yine kimi “Sivil Toplum Kuruluşları”nın “yönetici-aydın” tipi değil mi?

Ya tarihçiler nasıl yazacak yaşananları? İnsanoğlu, ileride hesap defterleri ortaya döküldüğünde hangi tarihle karşılaşacak? Hobsbawm bize yol gösterip, tarihçi ile tarihin önemini anlatabilir:

“(Yirminci)Yüzyılın sonunda çoğu genç erkek ve kadın, içinde yaşadıkları zamanın geçmişiyle her türlü organize ilişkiden yoksun, bir tür ‘sürekli şimdiki zaman’ içinde yetişti. Bu durum, yaptıkları iş ötekilerin unuttuğunu hatırlatmak olan tarihçileri, ikinci bin yılın sonunda, önceki dönemden daha önemli hale getirir. Ancak tam da bu nedenle tarihçiler, sadece olayları kayda geçiren, hatırlatan ve veri toplayan kişiler olmanın (her ne kadar bu, tarihçinin zorunlu işleviyse de) ötesine geçmelidir” (1).

O halde iki tip tarihçi ve aydın var karşımızda: Sorumluluklarının gereğini yerine getirip; gerçekleri kaydeden, yorumlayan ile susan. Susanlar, “yılanlı ve dokunmalı atasözlerini sohbetlerinde baş tacı edenlerdir” (s. 217). Sorumluluğunun gereğini yerine getirenler ise, “umudu kışkırtan, itiraz eden ve durmadan yürüyenler”dir ( s. 218). Çünkü yüzü umuda dönmek, Güray Öz’ün deyişiyle “tarihe dokunmaktır” (s. 219).

Umut Etmek
Bugün ABD’nin işgali sonunda beliren çatışmalarda Irak’ta ölü sayısı 700 bine hızla yaklaşır, Afganistan’da Taliban eski gücünü kazanmak için çırpınıp katliamlar yapar ve Ortadoğu’da savaş yaraları kabuk bağlamaya bile fırsat bulamazken; umuttan söz etmek kimilerine aptal avuntusu gibi gelebilir. Hele sinik “aydınlar” için umut, hiçbir anlam ifade etmez. Onlar Irak’ta, Afganistan’da ve tüm Ortadoğu’da yaşananları, “olur böyle şeyler” diyerek geçiştirmektedir. Çünkü onlar neoliberal çiftliklerin bir köşesinde savaştan, yoksulluktan ve şiddetten ırak yaşar. Çünkü onlar, “imparatorluğun” bir köşesine ilişmiştir; bu da onları efendilerinin gözünde değerli kılmaktadır.

Ama efendi, tüm dünyayı yakmayı öyle veya böyle aklına koymuş, fitili ateşlemiştir. Soğuk Savaş’ın ardından “rakipsiz kalan” ABD, “ekonomisini korumak için sağa sola saldırmaktan başka çare bulamayan bir deliden başka bir şey değildir”, bu saldırılar içinde “kendi hukukunu kendisi yaratan bir imparatorluk”tur (s. 237). Bu yönüyle ABD, “zaman zaman sınıflar arasındaki dengeyi gözetme gereği duyan, uluslararası anlaşmaları istemeden de olsa dikkate alan kapitalist devlet değildir”, o artık “çaresiz ve çaresizliğini anladıkça çılgınlaşan büyük emperyalist güç”tür (s. 238).

Savaş artık her yerde: Sokakta, oturma odasında, televizyonda; hatta bilgisayarlarımızda. Bunu yöneten ve üreten çılgın zorba da hemen yanı başımızda. Onun ürettiği sistem de yaşamımızı sarıp sarmalamış durumda. Diğer taraftan, onu yengiye uğratma gücü de umutta. Çünkü bir virüs gibi yayılan, temelinde kirli çıkar ilişkilerini barındıran savaşlardan “uzak durmanın yolu seyretmek değil, karşı çıkmaktır” (s. 156). Bu karşı çıkış da umuda ses veren bir çığlıktır. Güray Öz’ün Salı Sabaha Karşı adlı kitabı da, bu anlamda zarif ama etkili bir çığlık olarak yükseliyor. Elbette işitenler, işitmek isteyenler için...

Salı Sabaha Karşı / Güray Öz / Günizi Yayıncılık / 243 s.
***

Notlar:
(1) Eric Hobsbawm, Kısa Yirminci Yüzyıl-Aşırılıklar Çağı, çev. Yavuz Alogan, Sarmal
Yayımcılık, İstanbul, 1996, s. 15.

(*) Cumhuriyet Kitap, 22.02.2007.

Hiç yorum yok: