5 Ağustos 2011 Cuma

‘TALİHSİZLİK’ YOK, ENGELLER VAR… (*)
ALİ BULUNMAZ

2010’un sonunda başlayıp 2011’de şiddetlenen, kimilerince “Arap Baharı” ya da “Devrim Rüzgârı” diye adlandırılan; Tunus’tan Libya’ya, Mısır’dan Yemen ve Suriye’ye uzanan hareketliliğin heyecan yarattığı doğru. Sanal dünyada örgütlenip meydanlara taşan kalabalıkların ilgi çektiği de açık. Tamam ama bunları hemen “devrim” diye nitelemek de ne ola? İsteyen istediği kadar kızsın fakat Arap coğrafyasında hiçbir şey kendiliğinden olmaz, yani nerede bir “isyan” başlamışsa bunun nedeni, neyi örttüğü (ya da gerçekte hangi örtüyü kaldırdığı) ve amacı çok sonra anlaşılır.

Dün, “demokrasi” diye işgale uğrayan devletler ve işkenceden geçirilen halklar, bugün yakın geçmişte başa getirilen diktatörlerini yıkmaya uğraşıyor (gibi görünüyor ya da gösteriliyor). Dışarıdan bakınca çok masum ve haklı bir hareket (bir bakıma olması gereken bu) ama onların yerine daha eli yüzü düzgünü ve yine başkalarının yönettiği yenileri gelmeyecek mi? Zamanı denk düşünce onlar da bir hokus pokusla yıkılır nasıl olsa!

Buradaki sorun, birkaç yüzyıldır kendisini yönetmesine izin verilmeyen, daha doğrusu bu zihniyete izin veren Araplarla ilgili. Bunu Samir Kassir’in yaptığı gibi “talihsizlik” biçiminde aktarmak da Oryantalist (Şarkiyatçı) ve Oksidentalist (Garbiyatçı) bakış açılarının tuzağına düşmekten başka bir şey değil.

TETİKÇİLER VE ŞİRKETLER
Kassir, “talihsizlik” diye adlandırdığı durumu, “Arapların bir zamanlar sahip olduğu küresel konum ve gücü yeniden kazanamaması” şeklinde özetliyor. Elde imkân varken birlik olmayı başaramayan ve işgalcilere “bir bilen”, “bir bölen” ve “bir izleyen”lerle kucak açanları ve 11 Eylül sonrası gelişmeleri de çorbaya katıp tevekküle yatmanın anlamsızlığı ortada. 1950’lerde ABD’de, kapalı kapılar ardında dillendirilen dış politika düsturu “paspas olmayı seçenin üzerine hiç acımadan basarız”ın yirmi birinci yüzyıldaki halini yaşıyor Arap dünyası.

Heyecana kapılıp “devrim” ya da “bahar” diyenler de yanılıyor dolayısıyla; Suudi Arabistan, Katar veya Kuveyt’te neden esmiyor bu rüzgâr?

Kassir’in yakındığı Arap diktatörler, haraç kesen mafya tipi devletle onun bürokrasisi ve coğrafyanın işgali, “talihsizlikten” öte doğal bir sonuç ne yazık ki. Yönlendirilen, “haydi harekete geçin, haçlı seferini ve baskıyı yok edin” denerek meydanlara sürülen “isyancıların” başını okşayanlar, yıkılmaya çalışılan düzeni vakti zamanında oya gibi işlememiş miydi? Yüz, hatta iki yüz yıllık öngörülerle çokuluslu şirketler ve ekonomik tetikçilerin çalışma ve atış sahasına dönüşen Arap coğrafyasındaki oyunun piyonlarına indirgenen ve oyuncu olmayı kabullenen büyük bir kitleden söz ediyoruz.

Çoğu zaman atlanan bir gerçeğe, Kassir’in bazı doğru yaklaşımlarının sonunda da rastlayamıyoruz. Modernitenin zihinsel arka planının kavranamaması ve Batı kopyası ya da Batı’da bulunup ülkesine dönerek bulanık bir Arap milliyetçiliği geliştiren kimi “entelektüellerin” katkı sunduğu sürüklenişte açıkça sorulmamış veya dolaylı şekilde dillendirilmiş, etraflıca tartışılmamış bir şey var: Araplar, suçlu aramak yerine “Nerede yanlış yaptık?” sorusuna kafa yorsa ve çözümler üretmeyi deneseydi daha kolay yol alınabilir miydi? Arap dünyası dışından beslenen siyasal İslam’ın, Vahabiliğin, kör milliyetçiliğin, kaderci anlayışın ve işgallerin palazlanışı, bu sorunun doğru biçimde yanıtlanışıyla durdurulabilir miydi? Sadece kral ve diktatörlerin saray çevresinde ve şekilde kalan “modernizm”, gerçek anlamda (hukuk ve demokrasi bağlamında) gelişemez miydi?

“ÖLÜM KÜLTÜRÜ” YENİLEBİLİR
Kassir’in “talihsizlik” olarak nitelediği bir başka durum, Arapların konumlandığı coğrafya. Eğri oturalım doğru konuşalım, bu bölge çoğu zaman Batı’nın ağzını sulandırdı, seferler düzenlendi, çeşitli hilelerle önce halklar, sonra devletler birbirine düşürüldü. Fakat bam teli yine tınladı ve klasik soru beliriverdi: Bu coğrafya, birlik olması sayesinde Arapların en büyük gücüne dönüşemez miydi? Böyle bir olanak her zaman var.

Belki o zaman bir bahar veya devrimden söz edilebilir. Unutmamak gerekir ki, Wittgenstein’ın dediği gibi “ancak kendinde devrim yapabilen devrimci olabilir.” Her Arap ülkesi önceliği, kirlenmiş düzenini kendi başına değiştirme gücüne vermeli. Kassir de bunu vurguluyor: “Talihsizliklerinin üstesinden geleceklerse, Arapların bunu kendi başına yapmak dışında bir seçeneği yok.” Bu cümlenin başında eksik kalan ifade şu: “Kendi yarattıkları…” “Mağdur”luktan kurtulmanın; Arap dünyasında kader olarak görülen ezilmişliğin ve işgalin yok edilmesi de buna bağlı. Filistin sorunu ya da 11 Eylül’ün yıkıcı geri dönüşünü, alınyazısı gibi görmeyi sonlandıracak en önemli zihinsel devrim de bu.

Kassir, buradan hareketle doğru bir sorgulama ve sonuca da ulaşıyor: “İslamî milliyetçiliğin, cihatçılığın zeminini hazırladığına hiç şüphe yok. Cihatçılığın yaptığı gibi Arap talihsizliğini inkâr etmeyebilse de, yine talihsizlikten şikâyet edenleri o talihsizlik içinde debelenmeye yatkınlaştırır; öyle ki talihsizliğin yerine sadece bir benzerini koyar: Fosilleşmiş Arap milliyetçiliğiyle siyasal İslâm birliğinin ‘direniş’ olarak adlandırdığı ölüm kültürünü.”

Arapların genellikle kendilerine biçilen “öteki” sıfatını bir şekilde kabullendiği de ortada. Dahası kendi coğrafyasında, hiçbir şeyin değişmeyeceğine inananlar, değiştirebileceklerin önünü kesip bir başka “ötekilik” yaratıyor. Bunu da aşmanın yolu en zorundan, zihinsel devrimden geçiyor. “Talihsizlik” diye bir şey yok, engeller var. Keşke Kassir hayatta olsaydı da bunları tartışma imkânımız bulunsaydı. Tek ve gerçek talihsizlik bu işte…

Arap Talihsizliği/ Samir Kassir/ Çeviren: Özgür Gökmen/ İletişim Yayınları/ 94 s.

(*) Sabit Fikir, 03.08.2011

[http://www.sabitfikir.com/elestiri/%E2%80%98talihsizlik-yok-engeller-var%E2%80%A6]

Hiç yorum yok: