15 Ağustos 2011 Pazartesi


İNSAN OLMAK KAPANA KISILMAK MI? (*)
ALİ BULUNMAZ

Rahmetli Kafka’nın, hamamböceğini metafor olarak kullanmasının üzerinden epey zaman geçti ama öyle bir etki bırakmış ki romanlarda hâlâ kenarından köşesinden tiksinti duyulan ve merak uyandıran bu yaratığa rastlıyoruz. Hani neredeyse klişeye dönüşmüş bu simge, hem yeraltına hem de itilmişliğe işaret ediyor.

Gregor Samsa’nın şöhreti, sayısız romanda yeniden gündeme geldi, Kafka yitip gitti fakat farklı isimler ve bedenlerle karşımıza çıkan Samsa doğal olarak yaratıcısından uzun ömürlü oldu.

Rawi Hage, Hamamböceği’nde bir taraftan Samsa’yı andıran isimsiz kahramanıyla var oluş sorunlarına eğilirken öte yandan bunu, kendisini de oradan oraya sürüklemiş göç olgusuyla besliyor. Yani, adsız ve yarı hamamböceği kahramanımız ayakları üzerinde dikilmeye uğraşırken kendisiyle aynı kaderi paylaşan göçmen dostlarıyla hayata tutunmaya çabalıyor.

“ÖLÜMÜ İYİLEŞTİRMEK İÇİN…”
Böyle anlatınca her şey kolay görünüyor ve akla yatkın bir şablon beliriyor. Ama bir de intihar konusu var. Kahramanımız denemiş ancak başarılı olamamış: “İntihara kalkışmamın nedeni bir tür meraktı ya da belki doğaya, kozmosun kendisine, sürekli tekrarlanan ışığa bir meydan okuyuştu. Bütün bunlar beni bunaltıyordu.”

Kafa doktoruna gidip gelen, ablasının kendisini hamamböceğine dönüştürdüğüne inanan bir adam için intihar denemesi de her şeyin üstüne tüy dikmiş. Şimdi bir soru: Adsız kahramanımızın kendisini hamamböceğiyle özdeşleştirmesinin altında korkaklığı ve göçmenliği mi yatıyor? Hage, kimi ipuçları vermiş ama bunları fazla açık etmeden hamamböceği metaforuyla dışlanmışlık, uzak duruş, yoksunluk ve tedirginlik arasında alttan alta bir bağ bulunduğunu söyleyebiliriz. Zaten kendisi de bunu bir şekilde duyumsatıyor: “Benim sorunum hayata karşı kayıtsız olmam değil, her nedense onun tarafından yok sayıldığımı hissetmemdi.”

“Acı çekenleri seven” kahramanımızın Şohreh’e âşık olmasını sağlayan da bu; kendisiyle aynı yolun yolcusu olarak gördüğü Şohreh’e derin bir bağlılık duymasının nedeni de. Tuhaf, sıkıntılı ve onu ayakta tutan bir ruh hali bahsedilen:

“Mutlu kadınlara alışık değilim. Yavaş danslara da. Dans ederken sıçrarım, güm diye yere düşerim. Daireler çizerim; başım kadim bir savaşçınınki gibi havaya dikilir (…) Ağır, hüzünlü bir şarkının karşısında kara kara düşünmeye başlar, uzun kirpiklerimle yerleri süpürürüm.”
“Üşütük” kahramanımızın boyunu aşan sorunları olduğu belli. Bunların en başında uyum geliyor; elbette dünyaya, daha doğru deyişle yaşama dair bir uyumsuzluk. Yan yana geldiği, hatta âşık olduğu kadını bile çileden çıkaran bir savrukluk. Bu durum, kafa doktorunu da çaresiz bırakıyor ara sıra.

Kahramanımızın kendisini anlattığı satırlarla eş zamanlı olarak dostlarının, ülkelerinden kaçış öyküleri de şekilleniyor. Aynı ortamda bulunmadan önce birbirleriyle ilgisi olmayan bu insanlar, kendilerine uzaklarda bir evren yaratıp orada tutunmaya çalışıyor. Başıbozuk bir durum var ortada, yani kaos; hepsi o karmaşadan düzlüğe çıkmak adına kendi meşrebine denk düşecek biçimde tırmalıyor. Kaçırdığı keçileri yakalamaya çalışan kahramanımız bir çıkıntılık yapıyor:

“Evet, fakirim, bir asalağım, bir haşereyim, dibe vurmuşum. Ama hâlâ varım. Toplumun suratına bakıyor, şöyle diyorum: ‘Buradayım, varım.’ Bir var oluş var, bir de hiçlik; ya birsin ya da sıfır. Bir zamanlar hiçliği merak ederdim. Parktaki o ağaç dalında can verseydim, öteki seçeneği de tatmış olacaktım (…) hiçlik denen şeyi tatmak, deneyimlemek mümkün değil. Hiçlik, onun hiçbir şekilde bilincine varmaksızın, tam anlamıyla yok olmak demek. Kısacası dostum, o ya daimi bir var oluş ya da tümüyle yokluk!”

Kahramanımızın dalgalanan bir zihni olduğu tartışmasız; üzerinde konuştuğu konular ve hem kendine hem de çevresindekilere söyleyip sordukları bunu gösteriyor. Örneğin: “Havanın kaç derece olduğunu bilmiyordum. Isı derecesini bir türlü kestiremem, hava raporlarına hiç bakmam. Buradaki insanların her sohbete neden havaya ilişkin yorumlarla başladığını da bir türlü anlayamadım. Havadan sudan konuşmalar korkutur beni. Söyleyecek bir şey bulamam. Sırf bir şeyler söylemiş olmak için iletişim kurmanın ne anlamı var?” Aklını kurcalayan olur olmadık; belki saçma şeylerin ötesinde bazen ağır mevzular da devreye giriyor:

“Buraya nasıl geldiğimi merak ettim. Ne kadar saçma. Çok saçma. Asıl soru şuydu: Sonunu nerede getirmeli? Yerinden ayrılanların tamamı, yaşamını iyileştirmek için göç eder, benim amacımsa ölümümü iyileştirmekti. ‘Belki de önemli olan bitiş şeklidir, yaşama şekli değil’ diye düşündüm. Belki de biz, tıpkı filler gibi seçtiğimiz mezarlara doğru ilerliyoruz.”

GÖÇMEN BİR HAMAMBÖCEĞİ
Kahramanımızın çıkış yolu bulabilmek, tünelin ucundaki ışığı görebilmek için kafa doktoru Genevieve’le hiç dinmeyen konuşmalarına tanıklık ederken dikkatimizi çeken önemli bir şey, sadece doktorun sorular sormaması. Her iki taraf da birbiri hakkında olabildiğince fazla bilgiye varmaya uğraşıyor. Hamleler adeta bir satranç karşılaşmasını çağrıştırıyor. Tabii kahramanımız kendinden bahsetmeyi sürdürüyor:

“İnsanları olduğu gibi görebiliyorum. Onları her şeyden soyutlayabiliyor, sığlıklarını, kofluklarını görebiliyorum. Onları soyuyorum, onlar da renklerin, kisvelerin yükünden kurtulduğu için rahatlıyor.”

“İnsan olmanın kapana kısılmak olduğunu” savunan kahramanımızın, kendisini hamamböceği hissetmesi, özgürlüğünü elinde tutması anlamına geliyor. Böylece en azından ışık karşısında “görünmez” oluyor. Ancak hiçbir zaman yakasını bırakmayan yabancılık sorunu, hemen her yerde olduğu gibi kendini ait hissettiği tarafta da; gerçek bir hamamböceğiyle karşılaştığı anda yine hortluyor. Böceğin sözleri, kahramanımızın yüzüne çarpıyor:

“Sen bizden birisin. Kısmen hamamböceğisin. Ama işin en kötü yanı, aynı zamanda insan olman. Baksana, kadınlar tarafından tapınılmak için nasıl da kıvranıyorsun; tıpkı şu kıskanç, kendini beğenmiş insanlar gibi. Hadi git insan ol ama unutma, kapımız sana her zaman açık. Bizi nasıl bulacağını biliyorsun. Gözlerini aşağıda, yeraltında olup bitenden ayırma, yeter.”

Genevieve, bu hallerin (halisünasyonların) uyuşturucu kaynaklı olup olmadığını araştırıyor. Hage, okurun zihninde bir soru işareti de oluşturuyor: Acaba kahramanımızın kendini hamamböceği olarak görmesi bir kaçış gereği mi?

Romana bir bütün olarak bakıldığında, anlatılanların terapi defterlerinden taşan psikanaliz notlarına benzediğini söyleyebiliriz. “Hasta” ya da “sorunlu” kahramanımız, hem anlatmak isteyen hem de kafa doktorunun, kendisinin karanlıkta bıraktıklarına ulaşmasını isteyen bir kişi. Ne de olsa herkesin sırları var, değil mi?..

Hage’in yaşadıkları dikkate alındığında, hayatı tanıyan biri olduğu rahatlıkla seçilebiliyor. Hamamböceği’ndeki kimi fantastik özellikleri, arada ortaya çıkan şizofrenik yapı ve gerçeküstü unsurları barındıran karakterlerin yazarla ortaklığı da var.

Hage’in her iki romanını önümüze koyduğumuzda görülen şey, varoluşçu filozofları; özellikle de edebiyatla iç içe olanları ve edebiyata varoluşçu temaları yediren yazarları okuduğu. Hage Beauvoir, Sartre, Camus, Kafka ve Dostoyevski’yle ortak tema ve konularda buluşuyor. Belli oranda etkileşim de var. Ama yazar ısrarla kendi biçemini oluşturmaya çabalayıp o etkileşimi mümkün olduğunca aşmaya uğraşıyor.

Hage’in var oluş sorunlarına eğilmesindeki en önemli etken göçmenliği. Bu özelliği, De Niro’nun Oyunu’nda olduğu gibi Hamamböceği’nde de anlatımına sızıyor. Göçün, kendisine yaşam bağlamında pek çok şey kaybettirdiği düşünülebilir ama edebi anlamda kazandırdıkları, söz konusu açığı kapatıyor.

Hamamböceği/ Rawi Hage/ Çeviren: Püren Özgüren/ Everest Yayınları/ 270 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 11.08.2011




Hiç yorum yok: