15 Ekim 2010 Cuma

“SUÇLU” BULUNAN MAKTUL (*)
ALİ BULUNMAZ


Ya ben tehlikeyi çok sevdim, ya tehlike beni. Ama inanılmaz derecede de masumdum.

Ne yapayım ki benim başka bir silahım yok. Biraz aklım var belki ama çokça da duygularım. Ben ne siyasetçiyim ne politikacı. Hayatım boyunca o an nasıl davranacağımı hiçbir zaman önceden hesap etmedim. O an ne hissettiysem öyle davrandım, öyle konuştum.
Hrant Dink


Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanını üniversite yıllarımda okumuştum. Nedendir bilinmez, o gün yeniden okumaya başlamış, 19. sayfaya geldiğimde, bütün gün kapalı olan televizyonu açan kardeşimin “Hrant Dink’i vurmuşlar” seslenişiyle elimden bırakmıştım kitabı. Şaşırmamıştım, tepki verememiştim; Türkiye’de her şey olabilirdi, her şey “normal”di çünkü. 19 Ocak 2007 günü, Huzur, tam 19. sayfasında kaldı. Kitabı durduran ayraç hâlâ ve o günü anlatırcasına orada.

Sonrası biliniyor zaten; katiller, tanıklar, istihbarat rezillikleri, duruşmalar, yeni tehditler, yeni katil adayları, yeni hedefler ve olası kurbanlar. Hani fıkra ya da karikatür gibi derler ya, aynı öyle. Zaten hemen her işimiz böyle, kara mizah.

Öldürülen bir insanın ardından hiç akla gelmeyecek kişiler “dost” oluveriyor. Ama belli süre sonra maskeler düşünce gerçek dostlar kalıyor geriye. Tûba Çandar’ın Hrant kitabındaki gibi. Dostları, Hrant’ı yaşamak ve yaşatmak için anlatıyor. Bilmeyenler öğrensin, anlamayanlar anlasın, bilenler ansın diye…

İMECE HAYAT
İlk bakışta, “Her Ermeni bir belgedir” diyen Hrant’ın yakın akrabaları karşılıyor bizi. Çandar’ın “Sahipsiz Çocuk” dediği bölüm, okumaya başlamadan bile ipucu veriyor. Dolayısıyla Hrant’ın sözü biraz biçim değiştirip, evrenselleşiyor: Her insan bir belgedir.

Böyle olduğu için belki roman gibi başlıyor her şey; aile büyükleri, dünyaya geliş, Anadolu, kimlik, kimsesizlik… Çandar’ın aktardıklarının arasına, akrabalarının tanıklığı ve yaşanmışlıklarının sesine Hrantınki karışıyor, Malatya’dan ve Sivas’tan. Çocukluğunun neşesi de var bu seste, o dönemin alacakaranlığı da. Anne ve babasının kavgalı gürültülü yılları da. O ortamdan kaçan Hrant ve kardeşleri, sokaklara taşan hayatlar.

Ölüm ya da öldürüm bir hayatın önüne geçtiğinde, yaşananların anlamı atlanıyor çoğu zaman. Hrant’ın çocukluğu, yetimhane yılları, yetimhane kampının inşasında önemli rol üstlenmesi ve her şeyden öte, orada kazandığı insan sevgisi. Tüm hayatına yön veren güç işte bu. Bir de paylaşım; yetimhanede kardeşleri ve arkadaşlarıyla geçirdiği yıllardan ona kalan paylaşma arzusu. Çandar’ın aktardıklarından kolayca anlıyoruz bunu.

O paylaşımcılık duygusu Hrant’ı kaçınılmaz biçimde sol ve sosyalizmle tanıştırıyor. TİKKO günleri, aynı zamana rastlayan aşk ve isim değişikliği; Hrant’ın Fırat’a dönüşmesi. Ama sadece isim olarak ve kâğıt üstünde.

Hrant’ın biyografisi, Türkiye tarihinden bir kesit olmakla beraber, ondan ayrı da kimi zaman. Bazılarının “ötekileştirmeye” çalıştığı, Hrant’ın ısrarla ayrı düşmediği bir tarih bu. Kimseyi dışlamadan ve düşman bellemeden yaşadığı bir hayat.

Hayat demişken, Hrant’ın hayatı hep imece. Sürekli kardeşleri, eşi Rakel ve yakın dostlarıyla yapıyor ne yapıyorsa; ortaklaşa yaşıyor yani. Çandar’ın hazırladığı kitap da böylesine imece. Kalanlar, buruk bir coşkuyla Hrant’ı anlatıyor. Onlarca göz, ona dair ne varsa gördüğü ve olduğu gibi anlatıyor. Hrant’ın bir zamanlar uğraştığı fotoğrafa benziyor her şey.

“DÜŞÜNEN VE YAPAN BİR İNSAN”

Bir insanı en iyi yanındakiler, yıllarını onunla paylaşanlar tanır. Çandar’ın kitap için görüştüğü kişiler de Hrant’ın çevresindeki çember. Dolayısıyla bir bakışıyla, sözü veya hareketiyle ne anlatmak istediğini kavrayabilecek kadar yakın isimler. İşte belki bu yüzden, belli bir zaman sonra kimlik ve kültür yitip gidiyor, geriye insan kalıyor. Hülya Demir Hrant’ı özetlemiş: “Hrant insanı severdi. Derin bakardı insana. Anlamak üzere bakmaktı bu.”

Hrant’a dair bir tanımlama da oğlu Arat’tan: “Babamın bir deli yönü vardı. Öfke, cesaret ya da coşku. Herkeste olan duyguların aşırısı vardı onda. Ancak bir delinin yapacağı şeyleri yapardı bazen. Babam haksızlığa gelemez, susmayı sindiremezdi. Öfkesini bastırmaz, haklı olduğuna inanırsa taviz vermezdi. Evde olduğu gibi dışarıda da böyleydi bu. Zaten böyle bir ayrım yapmayacak kadar da doğaldı. Çabuk parlar, çabuk sönerdi. Ama o parladığı an, bunun sonucunu düşünmeden hareket edebilirdi. En büyük zaafı bu tür delilikleriydi (…) Hani insanlık tarihi düşünenler ve yapanlar olmak üzere iki tür insanın tarihidir ya, babamda beni şaşırtan şey, bu ikisini aynı bünyede barıştırabilmesiydi. İnsanın eylemesine engel olan bir farkındalığa sahip olabilmesine rağmen eylem üretebilmesiydi.”

Tuzla Kampı, Beyaz Adam ve Agos. Hrant’ın hayatındaki belli başlı “delilikler”in başında geliyor. Bunlardan Agos’un ayrı bir yeri var, çocuğu gibi adeta. Adı “sabahın toprakta açtığı uzun yarık, suyun aktığı, tohumun filizlendiği ve bereketin fışkırdığı yer” anlamına gelen gazetesi. Yaşamında, inşa edilişinde büyük emeği geçen Tuzla Kampı’na ya da ekmek teknesi Beyaz Adam’a benzer bir yeri var Agos’un, belki daha da fazla. Kızı Sera, Agos için şunları söylemiş kitapta:

“Şimdiki aklımla düşündüğüm şey, ‘Agos olmasa babam yaşardı.’ Bunu söylemek çok üzücü aslında, çünkü babama sorsan hayatı boyunca yapmış olduğu en iyi şey Agos’tu. Onun çocuğu gibiydi Agos. Aslında çok doğru bir işti, tam da babama göreydi. Babam Agos’u çıkararak bu ülke için iyi bir şey yaptığına inanıyordu, çünkü bu ülkeyi seviyordu.”

Çandar’ın çalışmasında, Hrant’ın eski yazılarından parçalar var. Agos’un kuruluşuyla birlikte köşesinde kaleme aldığı yazılar bunlar. Gazeteyi biraz da “Ermeni toplumu içinden entelektüeller ve sosyal bilimcilerin nefes alabileceği yere dönüştürme” amacıyla kurduğunu belirtirken, bazen ders alınacak özeleştirilere de girişiyor:

“Gazete çalışanları bana ‘patron’ demeye başladı son son. Halbuki ne kadar da uyarmıştım onları. Gazetede genel yayın yönetmeni oldum olalı başıma gelecekleri önceden çok iyi biliyordum. Karar verme erkine kim sahipse bir ölçüde o iktidar oluyor. Tehlikeli bir gelişme bu. Çok önceden sezip işin ciddiyetinin farkına varsanız da ister istemez bu durumla baş başa kalıyorsunuz. Alışkanlık başlıyor diğer ortak çalıştığınız kişilerle aranızda. Nihai kararı siz veriyorsunuz, o zaman bir ölçüde özgürlüğünü yitiriyor yanınızdakiler.”

Agos bağlamında, özeleştiri yanında eleştirilere de kulak vermek gerek. Hrant’ın yöneticiliğinin başarısızlığından tutun da kadrolaştırdığı isimlerin tecrübesizliğine kadar pek çok konuda onunla anlaşmazlığa düşen yol arkadaşları var. Hrant’ın bunu da belli bir vakitten sonra normal karşıladığı gerçeği de yer alıyor kitapta.

Öbür tarafta yalın bir gerçek daha var: Hem Hrant hem de çalışma arkadaşları, Agos’un büyük bir aile olduğunu tereddütsüz kabul ediyor. O aileden bir ses yükseliyor, sesin sahibi Hrant: “Bir gün dahi olsa, ülkemi terk edip gideceğimi ‘Batı’ denilen o ‘hazır özgürlükler cenneti’nde kurmayı, başkalarının bedeller ödeyerek yarattıkları demokrasilere, sülük misali yamanmayı düşünmedim. Kendi ülkemi de o türden özgürlükler cennetine dönüştürmek ise temel kaygım oldu. Ülkem Sivas için ağlarken ağladım. Halkım çeteleriyle boğuşurken boğuştum. Kendi kaderimi ülkemin özgürlüğünü yaratma süreciyle eşeledim. Şu anda yaşayabildiğim ya da yaşayamadığım haklara da bedavadan konmadım, bedelini ödedim, hâlâ da ödüyorum.”

GİTMEK Mİ, KALMAK MI?
Kestirip atsa, bırakıp gitse, anlamak veya anlamaya çalışmak yerine susup bunun keyfini sürseydi ne kolay (!) olurdu her şey. Çandar’ın kitabından ve Hrant’ın yakınlarının anlattıklarından zor bir yol seçtiğini fark edebiliyoruz. Doğu'ya ve Batı'ya gidişi, konuşma ve yazıları, hep bir şeyleri değiştirmeye yönelik. Aslında, Arat’ın babasını tanımlarken dediği gibi tam bir “delilik.”

Birine zorken iki tarafa konuşmak, doğru bellenenlerin yeniden düşünülmesini istemek, nereden bakarsanız akıllara seza bir durum: “Yıllardır Türkiyeli bir Ermeni olarak değişik adreslere hitaben yazmak ya da konuşmak durumunda kalırken özellikle iki noktaya özen gösterdim. Birincisi hitap ettiğim adrese karşı eleştirel durabilmeye, ikincisi bu adresleri şaşırmamaya ya da birbirine karıştırmamaya. Türklerle konuşurken Türkleri eleştirdim ama buradan Ermeniler kendine pay çıkarıp yerdi ya da övdü. Ermenilerle konuşurken de Ermenileri eleştirdim ama bundan özellikle Türkler kendine pay çıkarıp yerdi ya da övdü. Bu tür doğru bir duruşun önünde sonunda her kesim tarafından en doğru haliyle anlaşılabileceğine ilişkin ümidimi hiç yitirmedim.”

Kavramlarla iş gören, derdini bunlarla anlatmaya çabalayanların durumu zor. Hele Türkiye gibi ülkelerde. Herkes slogan bekliyor sizden, bunu kabul etmediniz mi hem kendi “cemaatinizde” hem de karşı “cemaatte” homurtu başlıyor. Hatta karşı “cemaat” kendine uygun sloganı duymadığında saldırganlaşıyor birden. Hrant’ın yaşadıklarında böylesine bir yan vardı.

Tûba Çandar, Hrant’ı anlatır ve anlattırırken, yakın; çok yakın tarihin korkutucu kimi olaylarını hatırlatıyor bize. Bunlardan en önemlisi Hrant’ın tehdit edilmeye başlanması: Şu meşhur “zehirli kan” cımbızlamaları, “Asılsız Ermeni İddialarıyla Mücadele Federasyonu” komedisi ve ardından tosunların harekete geçişi… Bunların hepsi, bilindik sona doğru ilerlenen günlerde yaşanan gelişmelerdi. Gayet de “normal”di aslında. Şovenizmi alkışlayanlar ve “biraz daha” diyenler için Hrant’ın tehdit edilmesi, Agos önünde “protesto” adı altında kan donduran gösteriler düzenlenmesi son derece “normal”di; daha da fazlası olmalıydı elbet (!) Daha fazlası, Hrant’a açılan davadan ve edilen hakaretlerden “daha fazlası” gerekliydi. Suratına tükürmek mi? Hayır, bunu yaptılar, yetmedi. Linç girişimi mi? Bunu denediler, hem de mahkeme kapısında, tutturamadılar…

Aslına bakılırsa kalabalığın içinde bir yalnız adamla yüzleşiyoruz kitapta; ne orada ne burada tam olarak anlaşılamamış, belki bundan tedirgin, biraz kırgın ama en zor zamanda bile kendini yılgınlığa teslim etmeyen bir insan. Dava sürerken Hrant, “suçlu” ve “hain” yaftasını yerken, kimi zaman kendi cemaati tarafından bile yalnız bırakılan bir adam olarak beliriyor karşımızda. Çandar, arkadaşlarının ağzından gitmeye hazırlanan, bunalan, kendisi ve her şeyden önemlisi ailesi tehdit edilen biriyle yüzleştiriyor bizi, sona doğru.

Son, yalnızlığın zirve noktası; gitmek mi, kalmak mı; hangisi daha çok yalnızlaştırır? Hrant, kalmayı seçti, sonunda, evet sonunda, 19 Ocak 2007 günü tamamen yalnızdı: Agos önünde toplananlara inat, tek başınaydı. “Bir gün bu ülkeden gidecek olursam yürüyerek gitmeyi isterim” demişti; ardından on binler yürüdü, hepimiz yürüdük Hrant’ın sözleriyle: “Ağıt toplumuyuz biz, acıyı kazanç bellemişiz. Siz ölüm ilanımı veredurun, bu da benim yaşadığımın ilanıdır.”

Bırakalım Türklüğü, Ermeniliği bir kenara; bir insandan ve onun cümlelerine kulak tıkanışından, o insanın hayatının elinden alınışından söz ediyoruz. Hedefe konan, öldürülen; cinayet öncesi ve sonrası resmi savunmayla suçlu ilan edilen biri Hrant: “Suçlu” bulunan bir maktul. Türkiye’ye özgü trajikomedi bu. Çandar’ın Hrant adını taşıyan kitabında, bütün yönleri var o kara mizahın.

Şimdi Huzur’un 19 ile 20. sayfası arasındaki ayracı kaldırsam, romanı okumaya yeniden başlasam diyorum, huzursuz oluyorum, tozlu rafta kalıyor kitap. Gözüm takılıyor, 19 Ocak’a geri dönüyorum ister istemez. Sonra, “Neden bu yazıyı yazdım?” diye kendime soruyorum. Yanıtını da kolayca buluyorum: Hâlâ insanlığım öldürülmediği ya da cellat olmayı seçmediğim için...

Hrant/ Tûba Çandar/ Everest Yayınları/ 712 s.

(*) Cumnuriyet Kitap, 07.10. 2010

Hiç yorum yok: