23 Kasım 2010 Salı

ZAMANIN SÜPÜRDÜKLERİ (*)
ALİ BULUNMAZ

Adolf Hitler yakın zamanda yine gündeme geldi. “Üstün ırk” yaratma hedefine, ömrünü ve tüm gücünü harcayan Hitler'in, Afrikalı ve Yahudi genleri taşıdığı ciddi bir iddia olarak ortaya atıldı. Nazilerin “üstün ırk” oluşturmak için yaptığı “bilimsel çalışmalar” ve kurduğu toplama kampları zaten insanlığın yüz karasıydı, bu iddiadan sonra rezilliğin son perdesi biçiminde karşımıza dikildi. İspanyol yazar Jorge Semprún da o toplama kampı tezgâhından geçmiş bir isim. Hayat hikâyesinde, toplama kampında yaşadıklarının derin izleri var.

EDEBİYATIN AYAKTA TUTTUĞU YAZAR

10 Aralık 1923'te Madrid'de doğan Semprún, 1937'de ailesiyle Fransa'ya göç eder; 19 yaşındayken Nazizm muhalifliği nedeniyle Gestapo tarafından tutuklanıp Buchenwald Toplama Kampı'na götürülür.

Eylül 1943'ten Nisan 1945'e kadar burada tutsak kalan Semprún, edebiyatla akıl sağlığını korur; bir anlamda edebiyat sayesinde hayatta kalır. İspanyolcayı unutmamak adına hatırladığı ne varsa defalarca tekrar eder.

Semprún'un iki yıl boyunca kaldığı Weimar-Buchenwald kampı, 1937'de Naziler tarafından “eğitim merkezi” adı altında açılır. Açılır açılmasına ama asıl amaç ele geçirilen sosyalist kadroları dönüştürmek ve yola getirmektir. Yaşam alanlarından kütüphanesine kadar hemen her yerde Nazizmin baskısının hissedildiği kampta, Semprún her şeye karşın kütüphanenin en önemli ziyaretçilerindendir.

Bunun dışındaki zamanlarda ise Nazi subaylarıyla yüzleşir; onların ölüm merkezleri ve kanalizasyon çukurları arasına dizdiği mahkumlarla alay edişini, hem bir yazar hem de aynı durumdaki bir tutsak olarak gözlemler.

Tüm hayatını, bu ölüm kampından kurtulduktan sonra bile, mücadele içinde geçiren Semprún, 1939'daki Fransa Komünist Partisi deneyiminin ardından bu kez 1957'den 1962'ye dek İspanya Komünist Partisi saflarında bulur kendini. Franco'ya karşı direniş faaliyetlerinin etkin bir ismi olan Semprún, faşist örgütlenmenin gücünü yitirişi ve iktidardan inişine dek UNESCO'da çevirmenlik yapar, 1988'de ise İspanya Kültür Bakanlığı'yla onurlandırılır. 1991'e kadar sürdürdüğü bu görev, onun mücadelesi, emeği ve yaşadıklarını daha da anlamlı kılar bir yerde.

ÇALKANTILI GÜNLER
Jorge Semprún'un tutsaklıktan İspanya'daki direniş mücadelesine kadar yaşadığı her şey romanlarında bir şekilde yer alır. Bu yüzden yapıtlarında hem kendi yaşamından izler hem de politik-felsefi yönler bulmak mümkün. Semprún'un kitapları bir açıdan hesaplaşma özelliği taşır, hesaplaşmakla kalmaz, bu tartışma ve irdelemeyi sonuca da bağlar. Yirmi Yıl ve Bir Gün'ü de böyle okumalı.

İç savaş dönemi, İspanya'nın en acı dolu yılları olarak nitelenebilir. Komünist ve demokrat güçler ile faşist ya da Falanjistler arasındaki çarpışmalar, İspanya'yı şekillendirme arayışı ve hepsinden önemlisi, İkinci Dünya Savaşı'nın bir provasıdır; böyle algılandığında bir iç savaştan çok daha fazlasıdır.

Semprún'un Yirmi Yıl ve Bir Gün'ü, bu savaşın başladığı 1936'ya, Toledo'nun bir köyüne götürüyor bizi. Bir çiftlik, bir aile, bir cinayet ve kaynayan bir ülkede pek çok ölü... Üzerinden yirmi yıl geçmesine rağmen unutulmayan ve ritüele dönüşen anma töreni... Semprún, neler olup bittiğini anlatırken akılda ilk kalanlar bunlar. Micheal Leidson'ın peşine düştüğü cinayet nedeniyle, çiftliği ve orada yaşayan aileyi tanıma olanağı buluyoruz. “Geçmiş, geçmişte kalsın” mantığına karşı çıkan Leidson'ın araştırmaları derinleştikçe işlenen cinayetin; soylu Avendano ailesinin veliahtının isyancı köylüler tarafından öldürülüşünün gizemli yanıyla daha da içli dışlı hale geliyoruz.

Semprún'un anlatımına hâkim olan bazı kavramlar var: Milis, kızıllar, falanj, gizli polis, özgürlük, tutsaklık... Tüm bunlar iç savaşın gölgesinde yaşayan ya da birebir onunla yüzleşen insanların varlığını; iç savaş'ın ruh halini anlatıyor.

Roman adım adım açılırken, İspanya'nın baskı, kan ve şiddet dolu günlerini bir şekilde anmaktan, bu zaman dilimini kitaba bir şekilde yedirmekten alamıyor kendini. Araştırmalar, hapislikler, sorgulamalar ve iz süren gizli servisin “suçlu “avı, roman sayfalarında kendine yer buluyor. Avendanoların çiftliğinde işlenen cinayet ile İspanya'nın hararetli günleri ilginç biçimde kesişiyor ya da en azından ilişkileniyor.

Romanda, yaşananların kadınların gözünden anlatımı ön safta. Bir yandan olup biten resmedilirken öte yandan savaşın etkileri ve genel ruh hali kadınların gözünden yansıtılıyor. Merkezde Avendanolar ve Madrid bulunurken fonda İspanya ve dönemin Avrupa'sı yer alıyor.

Bu ortamda sürekli kendini hissettiren bir soru var: “18 Temmuz'da ne oldu?” Roman ilerledikçe cinayetin anatomisi belirginleşiyor: “Liberal Avendano ailesinin aklı başında tek ferdi infaz edildi, üstelik korumasızdı.”

Jose Maria Avendano'nun öldürülüşünün ardındaki sır perdesi araştırılırken, iç savaşın bitimiyle Avendanoların, mülklerini, paralarını ve hâkimiyetlerini Frankocu güçlere teslim ettiği gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Bu, elbette çiftlikteki kadınlara ve onların bedenlerine sahipliği de içeriyor. Ne de olsa Franco'nun tüm yandaşları feodal zihniyetin birer temsilcisi.

AİLENİN BİLİNÇALTI
Mercedes Pombo ile 18 Temmuz 1936'da öldürülen Jose Maria Avendano'nun (Josemari) büyük ve tutkulu aşkını da anlatan roman, geri dönüşleri, kimi zaman daha da ileriki zamanları resmetmesiyle bir filmi andırıyor. Cinayete dair şüpheler, gizli kalmış yanlar ve her sayfada beliren yeni bir ayrıntı sayesinde bu sinematografik kurgu güçleniyor.

Semprún'un cinayet etrafında oluşturduğu romanda öldürüm, daha çok konuyu; her zaman irili ufaklı sırları bulunan Avendano ailesi ve aile ilişkilerini ayrıntılamasını sağlayan bir olay. Yani cinayete takılmamalı, önemli olan Avendano ailesi, dönemin İspanyası ve ailenin sırları; zamanın süpürüp yirmi yıl sonrasına taşıdığı ilişkiler yumağı.

18 Temmuz 1936'da ne oldu? İşlenen cinayetin önü ve arkası neydi? Belki cinayet aydınlanmıyor ya da gizli pek çok yönü barındırıyor ama hiç olmazsa, kardeşler ve Jose Maria ile Mercedes arasında yaşananların bütün çıplaklığıyla gün yüzüne çıkmasını sağlıyor.

“Avendanoların ilişkilerinin orta yerinde ne var?” diye sorulsa, verilecek yanıt rahatlıkla entrika olur. Zaman zaman eyleme dönüşen zaman zaman da zihinde kalan tasarı biçimindeki entrika. Buna güzel bir örnek, Manuel'in, kardeşi Josemari'nin sevgilisi ve sonra eşi olan Mercedes'le ilgili olarak, tanıştıkları günlerde aklından geçirdiği ve üstü örtülmüş kimi gerçekler. Tüm bunları Avendanoların yardımcısı Saturnina anlatıyor. Manuel'in eşinden sıkılmaya başladığı günlerde Josemari Mercedes'le çıkıp geliyor. Manuel'in macera arayışı ve Mercedes'in Josemari'yle çiftliğe ayak basması aynı günlere rastlıyor. Hayaller kurmaya, daha doğrusu bir hayal dünyasında yaşamaya; Mercedes ile kendisini birlikteymiş gibi düşünmeye başlıyor. Sonrasını Saturnina'nın ağzından dinleyelim:

“Mercedes'i görmek içini aydınlattı, sonsuza dek onunla kalacakmışsın gibi davranmaya başlamıştın, üstelik düşüncelerinde küçük kardeşinin varlığını bile silip attın. Eğer evli olmasaydın, eğer içinde bir beyefendilik olmasaydı, onu kardeşinin elinden alırdın. Ama bunların hepsi kafanda yarattığın birer hayaldi, çünkü Mercedes'in gözü Josemari'den başkasını görmüyordu (...) Yani ona sahip olmak için kardeşin ölene kadar beklemek zorundaydın. Fakat hikâyen burada son buluyordu. Çünkü Josemari sadece yirmi yaşındaydı ve annesi Mercedes'i ona doğum günü hediyesi gibi sunmuştu, artık ellerini birbirinden ayıramayacaktın, ne istersen iste sonsuza kadar birlikte kalacaklardı, bu sebeple başka bir numara aramak zorunda kaldın...”

Semprún'un çizdiği çerçeve önemli: “Sanki önemli olan sadece yirmi sene önce, 18 Temmuz akşam yaşananlar değil, aynı zamanda hikâyenin içindekilerdi. 'Bir varmış bir yokmuş' özerk bir parçası gibiydi. Bu hikâyenin gerçekte hilelerle dolu olduğunu, içinde doğrudan çok yalan barındırdığını, [Mercedes, A.B.] kendisi de biliyordu.”

Romanın kimi noktalarında Lorca ve Hemingway gibi isimleri anlatıcı rolüne soyunduran ya da daha doğru deyişle, onların görüşlerine yer veren Semprún, cinayet sayesinde Avendano ailesinin bireyleri arasındaki ilişkileri açık ediyor. Geçmişe dönük hesaplaşmalar ve yirmi yıl öncesinin masaya yatırılan anıları cinayet yardımıyla ortaya dökülüyor. Kısacası Yirmi Yıl ve Bir Gün, Semprún'un öbür romanlarındaki gibi hızlı temposu, gerilimi, devrimciliğin felsefi ve etik zemini yanında sorgulamalarla birleşerek Avendanoların her üyesinin psikoterapi notlarıymış gibi bir izlenim uyandırıyor.

Yirmi Yıl ve Bir Gün/ Jorge Semprún/ Çeviren: Ceren Balamir Vartanlı/ Özgür Yayınları/ 278 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 18.11.2010

Hiç yorum yok: