19 Nisan 2012 Perşembe

SANATLA POLİTİKANIN DANSI (*)
Ali BULUNMAZ

Jacques Ranciére’in adını duyurmaya başladığı dönem, aynı zamanda Althusser’in öğrencisi olduğu vakitlere denk geliyor. Althusser’in Kapital’i Okumak kitabına önsöz yazdığında Ranciére adı gündeme düşmüştü bile. Ancak ne ironiktir ki 1968, ikisinin arasına kara kedi gibi girdi. Bundan sonra Althusser ve Ranciére, birbirini uzaktan izleyen iki fikir adamı olarak devam eder.


Ranciére, bu kopuşun ardından kendini sanat, estetik, etik ve politika dörtlüsüne verir. Eşzamanlı olarak, insanın durumu ve konumu hakkında düşünüp kalem oynatır. Bunlardan birinde, insanlar arasındaki farkın temelinde kendini gerçekleştirme potansiyelinin varlığı ve yoğunluğundan çok onun gerçekleştirilme fırsatının kullanılıp kullanılmamasının yattığını söyler.

Ranciére, kendini sanatın politika ve ideolojiyle bağlantısı ve ilişkisini irdelemeye adamış bir isim. Sanat üzerine etraflıca düşünüp eleştiriler getiren Ranciére, sanat ve estetiğe dair kemikleşmiş düşüncelerin üstesinden gelmeye uğraşır. Keskin ayrımların karşısında durmaya çabalayan yazar, ortak mekânı savunup estetik ve politikanın, özne ve nesne belirleme aşamasında birbirine hep destek olması gerektiğini söyler.

Estetiğin politika içindeki yeri, önemi ve rolü üzerine kafa yorması, neredeyse her şeyin sonunun geldiğinin ilan edildiği bir zamanda Ranciére’i Estetiğin Huzursuzluğu isimli kitabı yazmaya iter.

SANAT VE SİYASETİN KESİŞİMİRanciére’in kitabı yazmasını tetikleyen olayların başında, estetiğin itibarının sürekli zedelenmesi geliyor; pek çok “eleştirinin” kesişim kümesinde estetiğin, kendi çıkarları uğruna zevk ve beğenileri manipüle eden, zapturapt altına alan ve yargıları mandallayan bir söylem biçiminde algılanışı konumlanıyor. Dahası, vakti zamanında “toplumsal gerçekliği gizleme” suçlamasıyla yüz yüze kalan estetik, “toplumsalı yok saydığı için” hedef tahtasına alınmıştı.

Benzer ya da buna takla attırılarak yöneltilen “eleştiriler” birike birike Ranciére’in “estetik karışıklık” dediği çıkış yoluna kapı açar: “Estetik karışıklık bize ilk olarak şunu söylüyor: Genel olarak estetik duygular ve davranışlar olmadığı gibi genel olarak sanat diye bir şey de yoktur. Söylem olarak estetik, dünyaya geleli iki yüzyıl oluyor. Söz konusu dönemde sanat, çoğu güzel sanatların (diğer adıyla serbest sanatların) karşısına, kendi belirlenmemiş tekilliğini koymaya başlamıştı. Çünkü sanatın var olması için ressamların ve müzisyenlerin, dansçıların ve oyuncuların var olması yeterli değildir. Sanatın var olması için onu sanat diye tanımlayan bir bakış ve düşünce olması gerekir.”

İnsanın doğasının aynı zamanda toplumsal bir doğa oluşundan hareket eden Ranciére, sanattaki “her şey mubah” anlayışından dolayı suçlanan estetiği savunmaktan çok onun ne ifade ettiğini; “sanatı tanımlama rejimi olarak estetiğin kendi içinde bir politika veya metapolitika taşıdığını” göstermeye çalışıyor. Olayın özü bu işte; sanat ve siyaset pratikleriyle etik bağlantısını kurabilmek, oradan da algılama biçimlerine yoğunlaşmak.

Ranciére, sanatın geldiği ve estetiğin vardığı noktayı incelerken artık içinde bulunduğumuz ütopya sonrası döneme odaklanılması gerektiğini söyler. Bu dönemde sanatın “cemaat oluşturma” işlevi olumlanacak olursa “özgül bir mekân inşa etme ve ortak dünyanın paylaşımının bir biçimini kurma” eylemleri de baştan kabullenilmeli. Ranciére’in “özneye emanet edilmiş tarihsel misyon” dediği Avangard’ın temelini de bu oluşturur.

Sanat, ortak olana işaret edince onun maddi ve simgesel yurdunu da yeniden şekillendirir. Ortaklık demişken Ranciére, lafı sanat ve siyasetin nerede kesiştiğine getiriverir: “Sanat ve siyaset, duyulur olanın birer paylaşılma biçimidir ve özgül bir tanımlama rejimine bağlıdır. Siyaset her zaman olmasa da iktidar biçimleri her zaman vardır. Aynı şekilde sanat her zaman yoktur ama şiir, resim, heykel, müzik, tiyatro ve dans her zaman vardır.”

Politik ve sanatsal hayvan insanın, sanat ve siyasetteki konumu pek değişmez: Her iki etkinlik de birer oyundur aslında, insan da buradaki oyuncu. Ranciére, böylelikle estetiğin sınır çiziciliği veya kavramlaştırma gücünün kaynağına erişir, siyaset ve sanat arasındaki alan paylaşımını özetler: “Sanat, özerk bir deneyim biçimi olarak duyulur olanın siyasal paylaşımına temas eder. Estetik sanat rejimi, sanata sanat kimliğinin verilme biçimleriyle siyasal cemaat biçimleri arasındaki ilişkiyi öyle bir kipte kurar ki (…) sanat için sanatla siyasetin hizmetindeki sanat ya da müze sanatıyla sokak sanatı arasındaki karşıtlık peşinen reddedilir. Çünkü estetik özerklik, modernizmin yücelttiği sanatsal ‘yapma’nın özerkliği değildir. Bir duyulur deneyim biçiminin özerkliğidir ve bu deneyim yeni bir insanlığın, yeni bir bireysel ve kolektif hayat tarzının nüvesi gibi görünür.”

YENİ DİRENİŞRanciére’e göre “sanatın estetik olarak tanımlanması, genel bir tanımsızlaştırma ilkesi”nden başka bir şey değil. Modernizm ise sanatın estetik olarak tanımlanmasını isterken bir taraftan da sanatın özerkliğini savunur. Bir de heteronomiyi reddeder. Nihayet modernizm, Ranciére’e göre bir “masal uydurup saf özün keşfi” diyerek sanatı bununla özdeşleştirmeyi tercih eder. “Sanat hususiyeti” de (her sanat dalının, komşu sanattan iyice ayrılışı da) böylece ete kemiğe bürünür. Sonrası ise sanat olan-olmayan ayrımının keskinleştiği kınama eylemidir. Anti-estetikten Badiou’nun inestetiğine uzanan yol da bu şekilde oluşturulur. Ranciére’in, Badiou’nun sanatın neliği ve özelliği hakkındaki görüşlerini aktarış ve yorumlayışı her şeyi berraklaştırıyor: “Badiou sanatların hususiyetlerinin, her birinin kendi dilinin hususiyeti olduğunu reddediyor; ‘hususiyet, onların fikirlerindedir’ diyor (…) Kısaca, Badiou’nun tartışılmaz modernliği burkulmuş bir modernitedir. Bu modernitede ‘kendinde, olduğu gibi’ sanatın varsayılan özü burkulmuş, hatta Badiou’nun ana felsefi projesiyle ve çokluk Platonculuğu fikrinde özetlenen ultra-Platonculuğuyla iki kere burkulmuştur.”

Ranciére, Badiou’nun sanat dallarına (ki bu en arı biçimde dansta ortalığa dökülür) felsefi korunak oluşturmasına temkinli yaklaşır. Bu hareket, bir tür estetik düğümlenmeye neden olur. Yani sanat olan-olmayan ayrımının su yüzüne çıkışı hızlandırılır. Ardından da “sanat olmayan” acilen temizlenmeye başlar. Kısacası bir çeşit filtreleme işlemidir bu. Ranciére, en sonunda inestetik kavramlaştırmasının neye işaret ettiğini anlayıp anlatmaya koyulur: “İnestetik, sanatın, henüz sanat olmayanın, sanat olan-olmayan ve sanat üzerine söylemin yerlerini belirleyerek tam da hizmet ettiği şeyin altını oyar ve sanatı, sanat olmayanla ve sanat üzerine söylemle yeniden düğümler.”

Ranciére’in hatırlattığı bir başka isim de Lyotard. Onun yaptığı Kant karşı-okuması, estetik deneyimin ilk siyasal okumasına dümen kırma anlamı taşır. Kazımaya çalıştığı şey ise “estetik askıya almayla özgürlük vaadi arasındaki kökensel bağdır”; onun amacı “ne…ne de”yi bir “ya…ya da”ya temelli dönüştürmektir.

Ranciére, varılan noktada sanatın metapolitik senaryodaki debelenişinin devam ettiğini söyler. Ancak bu senaryo anlam değiştirmiştir bile: “Sanat artık vaat taşımaz. Hâlâ, Adorno’nun anısına, direniştir. Ama ‘direniş’in de yepyeni bir anlamı vardır. Direniş artık ‘şey’in anımsanmasıdır, ötekinin yasasına boyun eğmenin, yazının işaretlerinde, resmin dokunuşlarında ya da müziğin tınılarında kayda geçirilmesidir.”

ETİK DÖNEMEÇRanciére, günümüzde etiğin çokça dillendirilmesi ve hâkimiyet kurması karşısında sevince boğulanlara farklı bir pencereden bakar. Onun için etiğin egemenliği, “sanatın işlem ve siyasetin eylemleri hakkında verilen ahlâki yargının egemenliği değil, hem siyasal ya da sanatsal pratiklerin özgüllüğünün eridiği hem de eski ahlakın özünü oluşturan olgu-yasa, olan-olması gereken ayrımının eridiği, ayrımlaşmamış bir alanın kurulması” demek.

Ranciére, bu belirlemenin sanata yansımasının, onun belli bir toplumsal bağa hizmet etmekle görevlendirilişi olduğunu söyler. Dahası, Ranciére’in deyimiyle “postmodern karnaval”, estetik özgürleşme vaadinin ters döndürülmüş şekli bir etiğe çevrilişini gizleyen bir buluttur. Bu bir tür travma, Lyotard’ın söyleminde ise yüce-estetiğine karşılık gelen bir durumdur.

Ranciére, hemen karşısında durduğumuz etik dönemecin tarihsel bir zorunluluk olmadığını vurgularken bu hareketin, gücünü “dün radikal bir sanatsal ya da siyasal dönüşüm hedefleyen düşünme biçimlerini yeniden kodlama ve ters çevirme yeteneğinden aldığını” söyler. Dolayısıyla etik dönemeç, siyaset ve sanatın uzlaşmazlıkları mutlaklaştırma iradesinin son şeklidir.

Sonuçta etik dönemeci geçmek Ranciére’e göre, sanat ve siyasetin müdahale farklılıklarını onlara geri verir. Saflık düşünü elin tersiyle itmeye yardımcı olur, sanat ve siyasete “muğlâk, nazik ve ihtilaflı kopuşlar yapma niteliklerini” tekrar kazandırır.

Estetiğin Huzursuzluğu/ Jacques Ranciére/ Çeviren: Aziz Ufuk Kılıç/ İletişim Yayınları/ 138 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 19.04.2012

18 Nisan 2012 Çarşamba

KAFASI GÜZEL BİR OYUN (*)
Ali BULUNMAZ

Dile kolay, tam bir günü tuhaf tiyatro metnine dönüştürmek öyle hemen başarılacak bir iş değil. Ama Jack Kerouac'ın, Beat Kuşağı'nın en önemli ve yırtık temsilcilerinin başını çektiği düşünülürse vaziyetin “ciddiyeti” kavranabilir.

Yeraltı sakinleri, namı diğer Beat Kuşağı'nın kafası birbirinden güzel üyeleri oturup bir gün geçirmiş, içki masasıyla kahvaltı sofrası, hayalle gerçek yer değiştirmiş müthiş bir kovalamaca sürüp gidiyor. At yarışı ve bozuk kırık müzik sesleri akıllara seza bir ortam yaratmış. Aslında bu, dışarıdan bakınca böyle; tayfanın normal bir günü Kerouac'ın metnindekinin neredeyse tıpa tıp aynısı. “Serin sabahın yuvarlanan ilk şarabı”, bu ekibe güç kuvvet veriyor.

YERYÜZÜ CENNETİNİN MERKEZİ HİPODROM
İç içe geçmiş bir sürü konu konuşulurken gözümüze en çok var oluş, Tanrı, şiir ve yaşamın sefası çarpıyor. Sözcükleri görecek gözlükleri takmaya yeltense de tayfa bunu genellikle hissediyor. Sözcükler onları yeryüzü cennetine gönderiyor. Çağrışımlar sağ olsun!

Bu arada atlar dört nala koşuya devam ediyor. İstatistikler ve son düzlük, tayfayı hem tartıştırıyor hem de keyiflendiriyor. O keyif hali ki adamlarımıza swing bile yaptırıyor. Tam o sırada yarış kuponu ve bülteni masanın üstünde.

Adamlarımız Tanrı, var oluş ve hayal gibi konulara dadansa da esas mesele beygirlerden parayı kırıp köşeyi dönmek. Bu yüzden fırsat bulup kendilerini dışarı attıklarında hipodromu mesken tutuyorlar.

Hayallenmiş kafanın tadı bir başka. Gerçek ve düş birbirine karışıyor, Milo'nun dediklerine bak sen: “Ha Buck, sen şimdi Kaliforniya pistlerinden sorumlu ol, tamam mı, ben havale edeceğim parayı. New England pistlerinden ve Tommy de Florida pistlerinden, uyar mı Tommy, orda Florida'da ne kadar çıtır varsa hepsinin kıçını bi güzel okşarsın? Bizim Jule'a St. Louis'e yakın olan Chicago pistlerini ayarlayacağız, hem orada evine yakın olur ve eski kırıklarına arada bir görünür... New Orleans'a da Irwin'i göndereceğiz, onun bu işi düzgün yaptığını ve sistemi kavradığını anladığım anda tabii, bilirsin gözünü tabelaya dikip son dakikaya kadar beklemesi gerekir, o eskimiş kauçuktan yapılma iki rakamlarından göndermeliyiz ona, ya Paul? Onu Rusya'ya göndermemiz gerekecek, Rusya pistlerinden sorumlu olur orda ve Aguascalientes'le ilgilensinler diye bir iki Meksikalı delikanlı ayarlarız ve hemen sonra da Marlon Brando'yu Fransa'ya falan bir yerlere göndeririz pistlerle ilgilensin diye, dostlardan oluşan bir ağımız olur, milyon dolarlık bir örgüt, aşevleri kurarız, manastırlar, hepsini karmaya adarız anladın mı? Karmamızı halleder ve basıp gideriz geleceğe, böyle bir şeyle öldüğümüzde uzay boşluğundaki gelecek yaşamımız, bir çeşit yeni -krediyle- basıp gideriz ve kırarız tüm bu döngüyü, çünkü biliyorsun yapılması gereken bütün bu şeyler için yeterince zaman yoktur, yeterince para yoktur, farkında mısın?”

YOLDA BİRKAÇ BEAT
Rüyalarının, hayallerindeki parayı kazanma dürtüsüyle at başı gittiği düşünülürse tayfa, hayli büyük bir gayretle tahminlerini bahislere yatırıp gelecekteki güzel günlerin heyecanına kapılıyor. Yaşamı bir bahis gibi görmesi, tayfanın hayatla eğlenme güdüsünü besliyor. Örneğin, yeniden doğma ihtimaliyle hangi atın kazanacağı arasında garip bir bağlantı kuruyorlar.

Olayların öbür boyutu da yaşamı yolculuğa benzetmeleri; mesela bir tren yolculuğuna. Dünya dönüyor, yolculuk sürüyor. Buck'ın ağzındaysa bir soru: “Neden Tanrı devreye girmiyor, parmağını şaklatıp da çat diye durdurmuyor dünyayı?” Bu soruların zihinlerine tebelleş olduğu sırada tayfaya Papaz katılıyor; adamlarımız da ondan cennetin kapılarının kendilerine açık olup olmadığını öğrenmeye uğraşıyor.

O değil de tartıştıkları konular epey ağır aslında: “Kendi olmak”, “benlik” ve “dünya-yüzey” ilişkisi. Olayın özü şu: Yüzeyde kalmak mı, derine inmek mi? Tayfa, olabildiğince derine inmekten yana.

Kerouac'ın “anlamsız” Beat Kuşağı oyunu, yeraltı sakinlerinin tavana vuran yaşama isteğini simgeliyor; onların bir gününü hayaller eşliğinde durmak bilmez bir sürüklenişle anlatıyor. Kenardan köşeden duyulan müzikle beraber kafası güzelleşen Kerouac ve arkadaşları, deyim yerindeyse hayatın ritmi ve şiiri için hiçbir şeyden sakınmıyor.

Beat Kuşağı/ Jack Kerouac/ Çeviren: Garo Kargıcı/ Siren Yayınları/ 116 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 12.04.2012
KAÇ VICTORIE KAÇ... (*)
Ali BULUNMAZ

Jean Echenoz, günümüz Fransız edebiyatının, daha doğrusu yeni Fransız romanının önemli kalemlerinden. Özellikle süssüz anlatımı tercih etmesi ve sadeliğiyle pek çok isimden ayrılmasını sağlıyor. Echenoz'un hayli sevdiği kaçış ya da gidiş temaları da, bugünün insanının sıkışmışlığına sesleniyor öte yandan. Buradan bakınca, Goncourt gibi prestijli bir ödülü kazanmasına da şaşmamalı.

Bir Yıl, Echenoz'un biçemini tam anlamıyla yansıtan bir kitap. Romanın kahramanı Victorie, hayatının büyük bölümünü geride bırakmaya niyetlenmiş ve bu yüzden yola koyulmuş bir kadın. Aynaya yansıyan görüntüsü o halini destekliyor: “İnce sert hatlı, kararlı görünümlü (...) saldırgan ve her an tetikte yeşil gözler, siyah saçlar, kısa kesim, hareketli.”

Victorie'nın hikâyesi yalnızca bir kaçışı anlatmıyor, “her kaçış bir arayıştır” mantığına uygun biçimde kimliğini, unuttuklarını ama hepsinden önemlisi yeni bir yaşamı kovalıyor kahramanımız. Otostopla oradan oraya gitmeye başlaması da bu yüzden.

Hiç kimse hakkında tek kelime kötü konuşmayan, çoğu zaman ürkek, bazen hayli çelişkili sürekli yollarda olma durumu, yeni ve zaman zaman tekinsiz şeylerle karşılaşması, Victorie'nın anahtarı evin içinde bırakıp nasıl yola düştüğünü düşündürüyor.

Belli bir noktadan sonra ise yönünü bulmak için bakan, hırpani, daha çok otostop yapan, nereye gittiği tam belli olmayan, kendisine soru sorulmasın diye “alık gibi davranan” bir Victorie çıkıyor karşımıza.

Echenoz'un anlattığı, bir kayboluşun öyküsü. Bir yıl veya o süreye yakın zaman dilimini kapsayan olaylar zincirinde Victorie'nın sürüklenişine tanık oluyoruz. Sahi bizi buralara getiren neydi?: “Şubat ayının bir sabahı, önceki akşamdan hiçbir şey anımsamayan ve Félix'in yatakta, yanıbaşında ölmüş olduğunu gören Victorie, valizini hazırladı, bankaya uğradı, ardından bir taksiye atlayıp Montparnasse Garı'na yollandı.”

O nasıl bir ilk cümledir öyle...

Bir Yıl/ Jean Echenoz/ Çeviren: Mehmet Emin Özcan/ Helikopter Yayınları/ 50 s.

(*) Sabit Fikir, 03.04.2012 [http://www.sabitfikir.com/elestiri/kac-victorie-kac ]
BURADA İNSANİ BİR ŞEYLER VAR (*)
Ali BULUNMAZ

Şiiri kendi dilinde okumak büyük keyif. Tam da bu yüzden şiir çevirisinin, dizeleri kaleme alanın ve kâğıda yansıyanın ruhunu örseleme ihtimalinden hep korkulur. Ne var ki yetkin çevirileri, çevirmenleri ve dizlerin ruhunu okuyup şiirseverlere sunanları pas geçmemek gerek bu anlamda. Bulunmuş Çeviriler'de, Can Alkor'un tartışma götürmeyen yetkinliğini bize hissettiren de bu okuma işte. Şimdi önümüzde bir demet şiir duruyor, onları çiziktirenler ise usta dil işçileri. Bembeyaz sayfalar ve oraya düşülmüş anlamlı ve rafine dizeler.

“YAŞAMAK SANCISI”
Şiirin tarihinin bir yanına ilişmiş, insana seslenen, insan kalabilene adanmış ince işçilik. Auden'in “Eski Ustalar”ı anması bu yüzden: “Ne güzel anlamışlardı/ insanca konumunu acının; nasıl ortaya çıkar/ başkaları yemek yerken/ biri pencere açarken ya da yürürken dalgın...”

Onun İspanya İç Savaşı'yla ilgili yazdığı ve bugüne dek, bu konuya dair kaleme alınan en uzun şiirlerden olan “İspanya 1937”nin, son iki dizesi yüzünden şairin toplu şiirlerinde yer almadığını öğreniyoruz. Aslında ufaktan bir tarih dersi veriyor Auden burada, ibretlik: “Tarih yenilenlere belki vah vah diyebilir/ ama yardım edemez, bağışlamaz onları.”

Gottfried Benn'in deyişiyle “insanlarla karşılaşmak” olası bu seçkinin her köşesinde. Hem de çoğu zaman es geçilen; gözümüzün önünde durup da pek görmeye çalışmadıklarımızla. Artık geçici körlük mü dersiniz yoksa bakıp da görememek mi, orası size kalmış. Elbette bir soru kalıyor Benn'den, biraz da tortu: “Hep sordum kendime, bir yanıt bulamadım/ iyiliğin, uysallığın nereden geldiğini/ bugün hâlâ bilmiyorum ve şimdi gitmem gerek.”

Eugenio Montale'nin “yaşamak sancısı” da atlanmamalı. Bu sancı kimi zaman “kavrulmuş bir yaprak”ta, kimi zaman “beygirin yük altında can vermesi”nde bazen “öğle ışığında uyuklayan heykel”de boy veriyor.

Bulunmuş Çeviriler'de bir sahne kurulmuş gibi; şairler atışmasında gözlerimize Ezra Pound bakıyor, sonra bizi John Perse çocukluğunun şenliğine davet ediyor ve Georg Trakl, kente dadanan vahşi kurtların ulumalarıyla inleyen Doğu Cephesi'nden el ediyor.

PESSOA'NIN MOUSALARI
Amanda Aizpuriete'nin satılığa çıkarabileceği yalnızca dizeleri var: “Pazar yerinde altın takılar satılıyor/ gömütlerden çıkarılmış/ iyi gidiyor hem de/ benim çekmecemdeyse bir dolu umutsuzluk, bir dolu şiir, satılmayan/ ama ruhun sözcüklerle açığa vurulması besbelli günahtır diyorum.”

Pessoa'nın Mousalara takılması boşuna değil. Kendini ararken onları bulması, daha doğrusu hatırlaması, insanı “az biraz” geriye götürüyor: “Eskiler Mousa'ları çağırırlarmış/ biz kendimizi çağırıyoruz// kaç kez kendim sandığım o kuyuya eğilip/ 'hu hu!' diye seslendim yankıyı bekleyerek/ gördüğünden fazlasını işitmedim/ suyun karanlık ışıltısıydı orada, işe yaramaz derinlikte/ yankı falan yok bizler için/ bir yüz yalnızca, belli belirsiz/ benimki olmalı, kimin olabilir başka/ yine de görüyorum aydınlatılmış gibi/ kuyunun dibinde/ suskusunda, yalancı ışığında derinliğin/ ne Mousa'ymış ama.”

Pessoa'nın yalnızca Mousa'lara seslendiği sanılmasın; Ustası'na da selam veriyor, aynı zamanda insanın yazgısını ve onun durumunu özetliyor bu arada: “Beni özgür kıldın/ ama insanın yazgısı köle olmaktır/ uyandırdın beni/ ama uyumaktır insan olmanın anlamı.”

Bulunmuş Çeviriler'deki dizelerin birbirinden değerli ve anlamlı olduğunu kitabın kapağını araladığınızda fark ediyorsunuz. İnsanı insana anlatan şiirlerin çevrelediği okur, oradaki ince ve sade anlatıma tutuluyor. John Perse'nin dediğine benzer şekilde söylersek yağmurların, insanın yüreğinde yine o insanın en güzel sözlerini yıkadığı bir tutulma sanki bu...

Bulunmuş Çeviriler/ Derleyen ve Çeviren: Can Alkor/ Norgunk Yayıncılık/ 58 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 29.03.2012
TARTIŞMALI GOLLER DİYARINDAN SEVGİLERLE (*)
Ali BULUNMAZ

Hafıza. Benim zehirim, benim yemeğim.”

Belki de yazmak, kepazeliğin hüküm sürdüğü bu çağda burada bulunduğumuzun ve böyle olduğumuzun tanıklığını yapan sesleri kurtarma teşebbüsünden başka bir şey değildir.”
(Eduardo Galeano)

Türkiye'de okurların Gölgede Güneşte Futbol, Latin Amerika'nın Kesik Damarları ve Tepetaklak gibi kitaplarıyla tanıdığı Uruguaylı yazar ve eylem insanı Eduardo Galeano'nun, doğup büyüdüğü ve hayatının en önemli mücadelelerini verip sürgün edildiği coğrafyayı ekine köküne dek incelemesine ve oraları farklı ayrıntılarla anlatmasına şaşmamalı. Onun yaptığı, geçmişine ve aynı coğrafyada kendisine benzer şeyleri yaşayanlara sahip çıkmak. Yani kendisinin, ülkesinin ve tüm Latin Amerika'nın belleğini canlandırmak.

Ufaktan bir fikri takip yapmak gerekirse Beatriz Sarlo'nun Arjantin örneğindekine benzer şekilde toplumsal bellek oluşturma işini, Galeano'nun günlükleriyle kotarmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Çünkü günlük, sadece günlük değil, zamanı sonrasına taşıyan bir tür belge, anıt ve yaşanmışlıklar bütünü; Galeano'nun geçmişte tuttuğu notlarda anlattıkları bunu kanıtlıyor.

Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri, yaşadıklarının özeti olması yanında, Galeano'nun dünyaya bakışını anlamamızı sağlayan bir pencere aynı zamanda. Uzak gibi görünen ama hemen yanı başımızda duran coğrafyadan yansıyan hikâyeler var kitapta; “onca insanın kaybolduğu yerde, kaybedilen şeyler için ağlamanın acıya saygısızlık etmek olarak algılandığı” bir coğrafyanın öyküsü.

İNSAN KALABİLENLERE...
“Hafızam saklamaya değer gördüğünü muhafaza edecek; hafızam benim hakkımda benden daha çok şey biliyor ve kurtarmaya değer bir şeyi asla ıskalamıyor” diyerek açtığı perde, Galeano'nun Buenos Aires sokaklarında görüp işittikleri, özlemleri ve 1970'lerin Güney Amerikası'ndaki olayların insanlara neler hissettirdiğini önümüze sürüyor.

Cinayetleri, kayıp ve haksızlıkları görüp suskun durmak, hâlâ insan kalabilenler için çok zor. Galeano'nun günlükleri tam buraya parmak basar cinsten: Masumiyetini kaybetmemek adına direnenlere destek çıkıyor. Öte taraftan güzel dostluklara sığınıyor Galeano. Ülkesinin yanı başında fakat oradan uzakta kurduğu bu dostluklar karmaşa ortamında ona yol gösteriyor. Ancak yalnızlık yine de peşini bırakmıyor: “Kendimi yalnız hissediyordum, bir iz sürücü gibi aya havlayan köpek gibi. Ama ağzımdan sözcüklerin yerine ne tür saçmalıkların çıktığını bilmiyorum. Sanırım şuna benzer bir şeyler geveliyordum: Saflık, kutsal, suç, öğrenme aşkı. En sonunda yanlış bir asırda yanlış bir gezegende doğmuş olduğma kanaat getirdim.”

Aslında Galeano'nun olup biten bunca şey arasında kendini yalnız hissetmesi doğal, çünkü zaten ters köşe bir dünya bu. Onun sorduğu “Cesareti ölme arzusuyla kaç kez karıştırdık acaba?” sorusu, bu tuhaflığın kanıtı sanki. Şimdi birkaç soru daha: “Peki, kendi ülkesinin sınırları içinde sürgün hayatı yaşayanlar kaç kişi? Boyun eğmeye ve sessiz kalmaya mahkûm edilmiş olanları hangi istatistik gösteriyor? Umutları katletmek, insanları katletmekten daha büyük bir suç değil mi?”

Galeano'nun hesaplaşmaya ve üstesinden gelmeye uğraştığı başlıca şey, otomatiğe bağlanan yalan söyleme eylemi. Bunu sağlayan makineleştirme edimi, Galeano'ya göre insanı yaşarken ve fark etmeden öldürüyor: “Makinenin zaferi: İnsanlar konuşmaya ve göz göze gelmeye korkuyor. Kimse kimseye bulaşmasın.” Galeano'ya bu sözleri söyleten, zamanın tanığı oluşu. Bu sorumluluk, onu doğal olarak eleştirel davranmaya itiyor: “Üzerlerinde insanı hayal âlemlerine sürükleyen resimlerin bulunduğu kıyafetler 'Özgürleş!' sloganları eşliğinde satılıyor ve büyük endüstri Üçüncü Dünya'nın uyuşturucu halüsinasyonunun estetik modellerini yineleyen müzik, posterler, saç modelleri ve kıyafetler yağdırıyor. Ülkelerimiz onlara bereketli topraklar sunuyor. Cehennemden kaçmak isteyen delikanlılar, Araf'taki gezintilere gönüllü yazılıyorlar. Yeni kuşaklar Nirvana'ya ulaşma yolunda bir ayak bağı olan tarih olgusunu terk etmeye davet ediliyorlar. Kötürümler için maceralar: Gerçeklik tamamen olduğu gibi kalıyor ama insanlar imajlarını değiştiriyor. Acısız aşk ve savaşsız barış vaat ediliyor.”

SÜRGÜN BUNALTISI
Galeano'nun anıları arasında gezinir, sokaklarda insan ve olaylara değerken adeta zaman tünelinden geçiyoruz. Birden bire, pek çok isim arasından Juan Rulfo karşımıza dikiliyor. Galeano'nun saygıyla andığı ve “söylemesi gerekeni az sayfada -tabiri caizse yağsız, sinirsiz, salt et ve kemik biçiminde- söyledi ve ardından sessizliğe gömüldü” dediği Rulfo'yla ilgili küçük bir anı paylaşıyor: “Rulfo bana insanın doktora gidip şöyle diyemeyeceğini söyledi: 'Kendimi çok kederli hissediyorum.' Zira doktorlar böyle şeyler için rapor vermiyordu.” Galeano'nun “sistem” diye nitelediği ezici, yok edici hiç değilse edilginleştirici “makine”nin Rulfo'da yol açtığı durum bu işte. Gerçekliği ve tarihi yasaklayan makinenin marifeti bir bakıma! Galeano'nun yazdıkları, o günden bugüne ulaşan sararmış bir hatıra fotoğrafı bir ölçüde; kitapta gezinirken bunun ayırdına varıyorsunuz.

Tabii özlem ve ukdeleriyle birlikte yazarın geleceği düşünüşünü de atlamamalı. Galeano, iç gerilimlerini de dökmüş kâğıtlara: “Öldüğüm zaman hangi sokakların altında yatmak isterdim? Kimlerin adımlarının altında? İnsan hangi adımları sonsuza kadar dinlemek ister? Montevideo, orada sevdiğim, nefret etiğim ve onca şey alıp verdiğim insanların toplamından başka nedir ki? Benim öfkelerim ve hüzünlerim o erkeklerden ve kadınlardan kaynaklanıyor. Onlar benim ulusal tarihim.”

KARNAVAL VE ÖLÜM
Galeano'nun metinlerinde coşku, hüzün ve korku bir arada. Tam o günleri özetleyen bir karmaşa ya da daha doğru deyimle gerilim bu. Onun, “korku en kötü haberdir” belirlemesinden ilerlersek kara bulutların ufukta yüzünü gösterdiği bir dönemden bahsedildiğini de anlarız. Saklanmak, kaçmak, gizlendiğin yerde tutkuya sığınmak; Galeano'nun vurguladığı tam olarak bu. Sansürlenen yaşamı yeraltına almaya başlamak...

Tüm bunların yarattığı esas duygu ise gitmek ve kalmak arasındaki sancılı çelişki ya da seçim yapma zorunluluğu, sonrası ise sürgünün bunaltısı ve düşünceler: “Dibe vurmak mı yoksa bir araya toplanmak mı? Diğerlerini siliyor muyum yoksa onları çağırıyor muyum? Deve gibi kendi kusmuğumu mu yiyeceğim? (...) Gerçeklik, diğer insanlardır: Mutluluk ve tehlike. Boğaları çağırıyorsam üzerime saldırmalarına katlanacağım. O güçlü boynuzların kalça kemiğimi parçalayabileceğini biliyorum.”

1970'lerin korku ve acı dolu ikinci yarısında Galeano'nun yazdıkları, geçen günlerin dümdüz anlatımından öte, “sistem”in insanları neye dönüştürdüğünü sorgulamaya odaklanır. Peki, o “sistem”in parçaları, dişlileri?: “İşkenceci bir devlet memurudur. Diktatör bir devlet memurudur. Üstlendikleri görevi layıkıyla yerine getirmezlerse işlerini kaybeden silahlı bürokratlar da öyle. Hepsi bu, daha ötesi yok. Hiçbiri doğaüstü canavar değil. Boşuna uğraşmayın, size bu payeyi vermeyeceğiz.

Galeano'nun dar zaman aralığında da olsa anlattığı Latin Amerika'da, o dönem karnavalların renkli dünyası kadar ölümün karanlığı da kol geziyor. Ne de olsa bu coğrafyanın tarihi işgal, isyan, tutku ve gözyaşıyla bezeli. Yazar günlüğünde tüm bunları özetlemiş: Tartışmalı gollerin anavatanından yansıyanlar dikkate alındığında, Galeano'nun topraklarında bir zamanlar edebiyat ve sanatın “bomba” olarak görülmesi garipsenmemeli...


'Hâlâ boğanın tarafındayım'

“Sürgün bana yeni tevazular ve sabırlar öğretti. Sürgünün bir meydan okuma olduğuna inanıyorum. Bir yetersizlik ya da bozgundan kaynaklanan bir cezalandırma dönemi olarak başlayan bu süreci bir yaratma dönemine dönüştürmek ve mücadelenin yeni bir cephesi olarak addetmek için tevazu ve sabır gerekiyor. İşte o zaman insan ileriye doğru bakıyor ve bir bulutta doğmadığını kanıtlayan nostaljinin, yani toprağın çekiminin iyi bir şey olduğunu ama umudun ondan daha iyi olduğunu fark ediyor. Bu kesinlikle kolay bir süreç değil, özellikle de çok uzak göklerin altında, başka diller konuşan, başka türlü hisseden ve düşünen ve de sürgünün kol gücüyle gündelik bir mücadele anlamına geldiği ülkelerde köksüzlüğe mahkûm edilen binlerce Uruguaylı işçi için (...) Sürgün bana kimliğin adres ya da belgeyle ilgili olmadığını teyit etti: Nerede yaşarsam yaşayayım ve bana pasaport vermeyi istedikleri kadar reddetsinler ben Uruguaylıyım. Bu on, hatta neredeyse on bir yıl boyunca benden eksilen tek şey dökülen saçlarım oldu. Ama diğer yandan dayanışma tutkum, bitmek bilmez yaratma ve sevme güdüm ve adaletsizlik karşısındaki öfkelenme kapasitem daha da arttı. Ben her zaman boğanın tarafını tuttum, matadorun değil ve hâlâ aynı taraftayım.”

(27 Mart 1984 günü Daniel Cabalero'nun Eduardo Galeano'yla yaptığı röportajdan)

Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri/ Eduardo Galeano/ Çeviren: Süleyman Doğru/ Sel Yayıncılık/ 200 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 22.03.2012
KURAK TOPRAKLARDA YEŞEREN HİKÂYE (*)
Ali BULUNMAZ

İyi bir hikâyeniz varsa; daha doğrusu hikâye haline gelecek güzel bir tutamak bulduysanız gerisi kolay. David Toscana, bu anlamda kendini kanıtlamış bir isim. Mühendislik öğrenimi gören Toscana'nın Cervantes, Onetti, Barca ve Donoso gibi isimlerden etkilendiğini belirtmemiz gerek. Hem öykü hem de romanlar kaleme alan yazarın, çoğunlukla kurgu ve gerçek arasında yer alarak okuru diri tutmayı başararabildiğini görüyoruz. Son Okur, Toscana'nın edebi kimliğini bu anlamda bütün olarak yansıtan bir roman.

CESEDE NE OLACAK?
Toscana, okuyanı ele geçiren, hayatı edebiyat yoluyla kavratan ve geçmişi satırlar arasında buldurmayı sağlayan kitaplara hayranlığını vurguluyor bir ölçüde romanında. Kısacası sular durulunca geriye hikâyenin kalacağını savunuyor biraz da. Onun gözlüğü, dünyanın bir roman olarak algılanabileceğini de gösteriyor. Yani, yaşam bir hikâyeyse cümleler de onun yansıması Toscana için; Son Okur bu şekilde okunduğunda büyülü, büyülü olduğu kadar da kitabı eline alanı hafiften sendeletecek özellikler barındırıyor.

Toscana kitaba mekân olarak kuraklıkla cebelleşen Icamole köyünü seçmiş. Kuraklığın doğal sonucu yoksulluk da ahalinin belini bükmüş. Köylülerin umudu olan kuyulardan birinde bulunan genç kız cesedi, romanın gidişatını daha en başta belirliyor. Bu arada Toscana bazı manevralar yapıp romana; susuz ve gıdasız köye bolca kitap sokuyor. Cesedi bulan Remigio ve kitap kurdu; “okuyarak zaman geçiren ve açlığını unutan” Lucio, yazarın ve Icamole köyünün iki kahramanı.

Yazarın, Remigio ve Lucio'yu bir araya getirdiği satırlar ve bağlam hayli ilginç: “Lucio okumaya devam ederek çalışma masasına döndü, Remigio kollarını kavuşturarak sinir içinde dinlemeye başlamıştı ama sözcükler tıpatıp evindeki kızı betimlemeye başladığında okunanlara ilgisi giderek arttı. Kız çocukları arzulanmak, kötü davranılmak ya da öldürülmek için romanlara girer (...) Elbette erkekler tarafından yazılmış romanlardan söz ediyorum, kadın yazarlar kız çocuklarını büyütür ve sonra da ıstırap içinde yaşamaya mahkûm ederler.”

Buraya baktığımızda Remigio'nun kuyuda bulduğu kızla Lucio'nun okuduğu kitapların birbirine yaklaştığını; kıza ne olduğunun kütüphanede yer alan kitaplardaki örneklerden yola çıkılıp çözülmeye çalışıldığını görüyoruz. Yani, hayat ve hikâye arasında bir bağlantı kurmaya uğraşıyor iki kahraman. Tabii biraz da örneklerden hareket edip cesede ne yapmaları gerektiğini bulmaya uğraşıyorlar.

KİTAP İÇİNDE KİTAP
Sürecin doğal sonucu soruşturma aşaması. Soruşturma ilerledikçe kitap isimleri ve dolayısıyla o kitaplardaki olayların da ufak bir dökümünü veriyor Toscana; failin kim olduğu ya da olabileceği üzerine kafa yormamızı istiyor. İhtimaller önümüze serilirken de yan yollara saparak Icamole tarihine giriyor; savaşlar, çatışmalar, günlük hayat ve sıradan olayların kısa dökümünü yapıyor.

Toprağın eşelenmediği adeta “kırıldığı” Icamole'de, ortalığı hareketlendiren ceset ve etrafı yeşillendiren kitaplar, tekdüze giden yaşamda biraz silkelenmeyi sağlıyor. Toscana, bu öğeleri kullanarak romanın canlı kalmasını sağlarken gerçeklikle kurgu arasına ince bir çizgi çekiyor ve böylece anlatım diri kalıyor; kitap içinde kitaplara yer verip kurguya daha da büyülü bir hava katıyor.

Bunun yanı sıra benzetmeler işin içine giriyor; Lucio, oğlu Remigio'ya keçi metaforunu anlatıyor: “Keçinin neden en uygun kurban hayvanı olduğunu biliyor musun? Remigio'nun sessiz kalması üzerine Lucio kendi sorusunu kendisi yanıtladı: Aynı insan gibi ölür ama ölürken daha ağır başlıdır, çünkü keçi yaşam planlarını, yarım kalmış projelerini, anasını, çocuklarını ya da Evangelina adındaki kadını düşünmez de ondan; bu nedenle yumuşakbaşlıdır, tepinse bile bunu senin canını sıkmak için değil, alışkanlıktan yapar. Din adamları günahların kefaretini ödemek için tavuk kurban etmekten söz etmezler, çünkü tavukları kafaları kesilince de koşuşturur, köpeklerden de söz etmezler, çünkü hâlâ ısırmak için atılıp dururlar. Elbette insan kendini savunmaya çalışır ve korkar, yazarların anlattığı bir alay şeyi yapabilir ama son aşamada tıpkı keçi gibidir, korku değil başka bir şey hisseder.”

Toscana'nın kurgusunda Lucio'nun bu keçi metaforuna el atmasının bir bağlamı var: Hayvanın bağlı durduğu, Lucio ve Remigio'nun keçiyle göz göze geldiği yer cesedin gömüldüğü armut ağacının dibi!

Yazarın Son Okur'da yer verdiği isimler olaylar, yer ve zaman geçişleri, adım adım yazılan bir kitabı önümüze koymakla birlikte, kurgu içinde kurguda ilerlememizi de sağlıyor. Bu da, Toscana'nın anlatım zenginliği ve tekniğinin gücünü gösteriyor.

Son Okur/ David Toscana/ Çeviren: Pınar Savaş/ Kırmızı Kedi Yayınevi/ 164 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 15.03.2012
YARIM KALAN VEDA DENEMESİ (*)
Ali BULUNMAZ

Stefan Zweig, ömrünün son yıllarını kendini anlamaya ve yaşadıklarının, benliğinde bıraktığı izleri tanıklılıkları yardımıyla anlatmaya adamış bir yazardı. Sadece yazar demek Zweig'ı kavramak isteyenler için eksik bir niteleme olur. O, aynı zamanda bir aydın ve düşünürdü. İnsanı, insanda aramaya yönelmesi, kendinden önceki yazar ve düşünürlerden aynı yolu seçenleri dost bellemesi bu yüzdendi.

Dünyayı kasıp kavuran savaşlar eşliğinde insanın hızla ve sistematik şekilde sakatlanmaya başlaması, dönemin entelektüelleri gibi Zweig'ı da rahatsız eder. Geleceği öngören duyarlılığı, onun rahatsızlığını iyiden iyiye arttırır. Ama bardağı taşıran damla, Almanya'da Nazilerin işbaşına gelmesinden sonra kitaplarının yakılmasıdır. Bu olayın ardından adeta içsel bir yolculuğa çıkan zamanının tanığı Zweig, seyahatinde hümanistleri yanına alır. Yaşadıklarını onların görüşleri yardımıyla hafifletmeye uğraşan yazar, adeta o fikirlere sığınır. Kendisiyle arasında düşünce bağı kurduğu Montaigne, Zweig için bu yolculuğun son durağı olur.

DAHA İNSANCIL BİR DÜNYA
Zweig'ın Montaigne adlı denemesi, son metinlerinden biri olmasının yanında yarım kalması yüzünden de önemli. Peki, Zweig için Montaigne neden önemliydi? Belki Montaigne'in de yazarken geriye doğru yolculuklara çıkışı Zweig'ı etkilemişti ya da hümanizmanın köşe taşlarından biri olması. Belki de Montaigne'in, Zweig'ın döneminde her köşe başında katliama rastlanan Avrupa'yı zamanında Avrupa yapan düşünürlerden biri oluşu...

Zweig, Montaigne'i neden kendine dost ve rehber seçtiğini şöyle özetliyor: “İnsana her yaşında ve her döneminde seslenebilen yazarların sayısı azdır -Homeros, Shakespeare, Goethe, Balzac, Tolstoy gibi- ve bazı yazarlar da vardır ki, ancak belli bir zaman geldiğinde kendilerini bütün anlamlarıyla açar. Montaigne, onlardan biri. Onu doğru değerlendirebilmek için insanın çok genç, deneyimlerden ve hayal kırıklıklarından yoksun olmaması gerekir; Montaigne'in özgür ve yanıltılması imkânsız düşüncelerinin en yardımcı olabileceği kuşak ise bizimkisi gibi kaderin bir dünya kargaşasının ortasına fırlatıp attığı bir kuşaktır.”

Zweig'ın derdi, onca kıyım arasında, kanın gövdeyi götürmesine neden olan taraflardan birinde yer almamak; kısacası bu anlamda, “ahlaki ve manevi bağımsızlığını koruyabilmek”: “İnsanın, kendisi olmak ve kendisi kalmak uğruna mücadele etmesi” gibi bir kavgaya girişmek. Montaigne'in bilgeliğine sığınmasının bir başka nedeni de bu. İkisinin umudu kesişir böylelikle: “Dünyanın gerçek anlamda insancıl kılınması arzusu.”

Sadece umutları değil, sorunları ve düşüncelerinin zemini de birleşir: “Nasıl özgür kalabilirim? Bu çılgınlık ve vahşet ortamında, bütün tehdit ve tehlikelere rağmen düşüncemin hiçbir şey pahasına feda edilemeyecek berraklığını, yüreğimin insancıllığını nasıl koruyabilirim? (...) Ruhumu ve o ruhun yalnız bana ait olan maddesini, yani bedenimi, sağlığımı, düşüncelerimi ve duygularımı, başkalarının çılgınlığı ve yararları uğruna kurban edilmekten nasıl kurtarabilirim?” Zweig'ın, kendini Montaigne'le “düşünce kardeşi” olarak görmesinin altında bu soru ve düşünceler yatıyor.

Onun ilgisini çeken en önemli şeylerden biri, Montaigne'in Antik Çağ görüşüyle dünyaya bakması ve söylemini buradan kurması. Bu yüzden o, yapaylığa karşı, dengeli, dar görüşlülükten uzak ve uzlaşmadan yana bir kişiliğe sahipti. Tüm bu özellikler Zweig'a göre, Montaigne'i dünya vatandaşı yapmaya yeterliydi. Ona söz konusu niteliği veren ise aldığı hümanist eğitimdi; bu eğitim, Zweig'ın deyişiyle Montaigne'i “hayat boyunca kendi kendisinin öğretmeni ve öğrencisi” haline getirecekti. Bu da kendisini bilmesini sağlamıştı ve Zweig, onu bu pencereden bakarak bir daha yorumladı: “Montaigne'nin asıl sevdiği şey, insanlarla bir arada olmaktı; zaten kendini hep bu ilişkilere ve bu arada, kendi ifadesine göre, erken yaşlarından başlayarak çok çekici bulduğu kadınlarla ilişkilerine adamıştır. Canlı hayal gücü sayesinde kolayca anlaşmaktadır. Modaya düşkün değildir; yaradılışındaki belli bir derbederlik nedeniyle zengin giysilerin bile şıklaştıramadığı insanlardan olduğunu açıkça söyler. Aradığı, insanlar arasında olmak ve onlarla dostluk kurmaktır. Asıl hoşlandığı şey ise kavga amacıyla ya da önyargılarından ötürü değil, flöre oyunu saydığı tartışmadır.”

“KRALLIĞIM KİTAPLIĞIM”

Babasının ölümüyle kendisine yüklü bir miras kalan Montaigne, bunu sadece “iç bağımsızlığının güvencesi” olduğu için mutlulukla karşılar ve sonraları yine babasının yadigârı siyasete bulaşır. Ama Zweig, bu girişimin başarısızlıkla sonuçlanmasının doğal olduğunu söyler:

“Yaratılışı gereği, taraflar arasında aracılık yapmaya doğuştan elverişli bir insandır; siyasi yaşamda yerine getirdiği hizmetler de hep böyle gizli aracılık girişimleri olmuştur. Ama bunun zamanı artık geçmiştir; artık zaman, insanların hangi tarafı tuttuğunu açık seçik belli etmesini gerektirir.”

Siyasetteki başarısızlığı, söylemini oluşturmadaki başarısı tarafından dengelenir. Onun fikir üretme ya da yaratıcılığını beslemesindeki en büyük katkı “krallığım” dediği kütüphanesindeki kitapları, düşündüğünü dile getirir ve yeni düşünceler üretmesini sağlar. Montaigne'e göre “kitaplar ona hizmet etmekle yükümlü; bu yüzden canı istediği ve istediği kadar okur.” Zweig'a göre bu, Montaigne'in kitaplarla kurduğu “özgürlük ilişkisidir.” Kurduğu bu ilişki, kitapların Montaigne'in düşünme yeteneğini körüklemesinden dolayı yararlı bir ilişkidir. Söz konusu düşünme yeteneği ile bunu dile getiriş biçimi ve kimi sonuçları Zweig'ın gözünden kaçmaz:

“Montaigne, ifadelerinde bir bilim insanı kadar kesin, bir yazar kadar özgün, bir şair kadar parlak olma yükümlülüğü hissetmez. Meslekten filozof olanlar gibi düşündüklerinin daha önce kimse tarafından düşünülmemiş olduğu varsayımına saplanmaz (...) O yalnızca bir yaratıcıdır (...) Montaigne, özgürlük istemi doğrultusunda sürekli bir filozof, bir yazar, yetkin bir sanatçı olmadığını yineleyip durur.”

Zweig'da hayranlık uyandıran yönlerinden biri, Montaigne'in “asıl zevkinin bulmak değil, arama eylemi” olması. Dolayısıyla her şeyden önce -çok sevdiği Sokrates gibi- kendini aramaya koyulur: “Ben kimim?' diye sorar kendine. Kendi kendisinin dışına çıkmamaya; kendine, bir başkasına bakar gibi bakmaya çalışır. Kendine kulak verir, kendini gözlemler, inceler, 'kendi metafiziği ve fiziği' olup çıkar. Kendi kendisini hiç gözden kaçırmaz ve yıllardır kendini denetlemeksizin hiçbir şey yapmamış olduğunu söyler (...) Aslında Montaigne'in aradığı, 'Ben'i ya da kendisi değil, aynı zamanda insandır (...) Onun aradığı, hem kendi belirginleşme biçimlerini saptamak isteyen, içimizde var olan 'Ben'dir hem de öteki, hepimizde olan ortak yandır.”

Bütün bu arayış sürecinde Zweig için Montaigne'i özel kılan yönlerden biri de, onun “Nasıl yaşıyorum?” sorusunu bir an bile unutmamasıdır. Daha da ötesi, Montaigne'in bu soruyu hiçbir zaman buyruğa dönüştürmemesi; “böyle yaşamalısın” demememesidir: “Montaigne, düşüncelerini başkalarına yardımı dokunacak hazır haplara dönüştürmeye çalışmaz. Aradığını kendisi için aramıştır. Buldukları ise onlardan yararlanmak isteyen herkese açıktır. Özgürlük ortamında düşünülen, hiçbir zaman bir başkasının özgürlüğünü sınırlayamaz.”

KENDİ YASA VE MAHKEMESİ ÖNÜNDE
Zweig için Montaigne'in insana söylediği en önemli şeylerden biri, onun ayakta kalmasını istemesi; yani, “kendisi olarak var olması” gerektiği: Bir ölçüde sınır arar; tamam, insan bağlarıyla yaşar ama çekilecek çizgi nedir o halde? Zweig, Montaigne'in üç aşağı beş yukarı bunu bulduğunu belirtir: “Montaigne'e göre kendimizi ödünç verebiliriz, yapmamamız gerekense kendimizi adamamızdır.”

Zweig, Montaigne'i keşif yolculuğunda onun yanılgıları, içine kapanışına ve dünyadan el etek çekişine rastlar. Bu kapanış Montaigne için “özgürlüğü aramak” gibi görünse de Zweig'a göre aslında “bir bağımlılığın yerine bir başkasını koyma” anlamına gelir.

İnziva döneminin sonrasındaki peşi sıra yolculuklar, iki düşünce kardeşi arasında görülen bir başka ortaklık. Hep yeni yerler görmeyi, gördüğü her yeni yerin bir öncekinden daha iyi olması gerektiğini savunan Montaigne, Zweig'ın bir kez daha hayranlığını kazanır.

Zweig, kendisinden yüz yıllar öncesinde yaşayan ve düşünce kardeşi ilan ettiği Montaigne'i Montaigne yapan en önemli şeyin, “yargılarına boyun eğdiği kendi yasaları ve mahkemesinin bulunması” olduğunu söyler. Belki de adını çağlar ötesine taşımasını sağlayan da bu, kim bilir...


Montaigne/ Stefan Zweig/ Çeviren: Ahmet Cemal/ Can Yayınları/ 122 s.

(*) Cumhuriyet Kitap, 08.03.2012